MİLLİ EĞİTİM REFORMUNUN BAŞARI ŞARTI: BİLGİ KURAMI DEĞİŞİMİ
Yeniden SEBİLÜRREŞAD, Ekim-2018/Safer1440, Sayı:1033, Sayfa:9-14
Giriş
Ülkemiz cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçiş ile birlikte, bu değişimin yansımalarının yaşanacağı yeni bir döneme de girmiş bulunmaktadır. Şüphesiz ki, bu yansımaların beklendiği alanların başında eğitim sistemi gelmektedir.
Hızla ilerleyen bilim ve teknoloji, iş kollarında çalışanlardan daha üstün nitelikler beklemektedir. İşte, bilim ve teknolojinin hızla gelişmesi sonucu olarak sosyal, siyasî ve iktisadî alanlarda meydana gelen sürekli intibakların doğurduğu zaruretler, eğitim problemini daima ön planda tutmakta ve onu hayatî bir konu haline getirmektedir. Bugün, toplum olarak bilim ve teknoloji alanında büyük bir gelişme dünyasının tam ortasında yaşamakta olmamızdır ki bizi bu gelişme dünyasında barınabilmek için iyi bir eğitim görmeye tazyik etmekte ve eğitimi sürekli olarak gündemde tutmaktadır.
Mevcut eğitim sistemi, ülke ve toplum olarak yaşadığımız tıkanmaların kökeninde yer alan insan problemi ile bire bir ilişkilendirilmekte; çözümün eğitim anlayışımızda gerçekleştirilecek köklü değişimlerde olduğu dile getirilmekte, ancak bu güne kadar bu konuda köklü değişimlerin gerçekleştirilemediği görülmektedir.
Bunun temel sebebini ülkemizin tarihi arka planında aramak gerekir.
Mevcut eğitim sistemi hangi tarihi, toplumsal ve kültürel süreçlerde teşekkül etmiştir? Bu süreçlere kısaca bir göz atarak, eğitim sisteminin hangi önyargılar, hangi algılar ve ideolojiye dönüşmüş sınırların cenderesinden çıkamadığını da anlayabiliriz.
Mevcut eğitim sistemi, iki temel algı üzerine tesis edilmiştir: Avrupa'nın bilim ve teknolojide gerçekleştirdiği ilerlemeye dair algı ve İslam algısı...
Malum olduğu üzere, Avrupa Ortaçağ’ında hayatı kuran hakikat, kilise öğretileri idi. Bilimsel tezler bu öğretileri temsil eden kilise adamlarının otoritesine tehdit olarak algılandığı için, kilise adamları-bilim adamları arasında yoğun gerilimler başladı. Bu gerilim süreç içinde, bilim adamlarının kilise adına aforoz edilmesine, engizisyon mahkemelerinde yargılanıp idam edilmesine kadar varan bir çatışmaya dönüştü.
Böylece, Batı'daki Rönesans hareketleri dine tepki hüviyeti kazanmış, dine düşman temeller üzerine yükselmiştir.(1) Bu tepkinin yol açtığı dinden soyutlanma E. Renan’ın ifadesi ile "Din terakkiye manidir" anlayışına kadar varmıştır.
Varlık ve doğaya dair bilgi anlayışı bakımından kilise öğretilerinden kopuş, Avrupa toplumlarında, hayatı kuran hakikat anlayışında köklü değişimlere yol açmıştır. Kilise öğretilerine dayalı bilgi anlayışı, yerini bilimsel bilgi anlayışına bırakmıştır. Bu değişim, “epistemolojik kopuş” olarak tanımlanır. (2)
Avrupa’daki bilimsel ilerlemeler ile bu epistemolojik kopuş arasında birebir ilişki vardır. Ancak bir de madalyonun öteki yüzü vardır. Çünkü başta Batı ülkeleri olmak üzere, Batı’yı modelleyen bütün ülkelerde günümüzde su yüzüne vuran bireysel, toplumsal ve toplumlar arası krizler de yine bu bilgi anlayışı değişimi ile bire bir ilişkilidir.
Avrupa’da kilise adamları-bilim adamları çatışması olarak başlayan süreç, önce kilise-bilim; daha sonra da Hıristiyanlık-bilim ve en nihayetinde de din-bilim çatışması olarak tanımlandı. Neticede, Avrupa’daki bu çatışma ile başlayan epistemolojik kopuş olgusu, bir kalkınma, ilerleme ve modernleşme felsefesine dönüşerek küreselleşti.
Kısaca, Avrupa'daki kilise temsilcileri tarafından kendi otoritelerine bir tehdit olarak algılanan bilimsel ilerleme, haklı gerekçelere dayalı olarak, bir bilgi anlayışı değişimine yol açmıştır. Avrupa toplumunun kendi şartlarında ve doğal bir süreç içinde gelişerek bizatihi topluma mal olmuş, kilise ile bilim arasındaki kavgayı sonuçlandırmış ve toplum nezdinde kabul gören müspet bir bilimsel zihniyete yol açmıştır. Ancak, Avrupa’nın tarihi ve kültürel yapısı bağlamında oluşan bu zihniyet, farklı tarihi ve kültürel yapıya sahip toplumlara genellenebilir mi?
Bu noktadaki temel algı hatalarının oluşturduğu sapma açısı, öncelikle eğitim politikalarımızın yanlış oluşmasına yol açmıştır. Bu yüzden, milli birlik ve bütünlüğün, milli dayanışmanın, iç entegrasyonun temel harcı; devletin jeopolitik gücünün, milli savunma kültürümüzün kaynağı; bizi birliğe, bütünlüğe, toplumsal barış ve dayanışmaya, toplumsal kalkınmaya disipline edecek tüm ortak manevi ve kültürel değerlerimizin temel dayanağı olan milli ve manevi değerlere bağlılık tezahürleri, tehlike ve iç tehdit unsuru olarak algılanmıştır.
Avrupa Rönesans’ı ve Türk Eğitim Sistemine Yansımaları
Avrupa’da bilim adamları-kilise adamları arasındaki çatışmanın, kilise-bilim; Hıristiyanlık-bilim ve din-bilim çatışması olarak gittikçe genelleştirilerek, bir modernleşme felsefesine dönüşmesi, ülkemizde İslam-bilim çatışması varsayımını temel alan bir eğitim yapılanmasına yol açmıştır.
Dönemin bilimsel ilerleme ihtiyaçlarında rol model olan Avrupa Rönesans’ı, Osmanlı’dan başlayan kültürel dönüşüm sürecine ve Cumhuriyet döneminde kurumlaşan mevcut eğitim düşüncesine, “din-bilim çatışması” algısı ile yansımıştır.
Bu algı: “Batı Rönesans’ı, bilim ile kilise arasında yaşanan çatışma sürecinde gerçekleştiğine göre, bilim ile İslam arasında da benzer bir süreç gerçekleşmedikçe aynı gelişmeler sağlanamaz” şeklinde bir modernleşme düşüncesinin temelini oluşturmuştur.
İşte, mevcut eğitim sistemi, bu ana fikir çerçevesinde belirlenmiş bir müfredat kazanmıştır. Türk toplumunun hayatını kuran hakikat anlayışı dini öğretilerden arındırılacak ve bilimsel bilgi temelinde yeni bir hakikat anlayışı tesis edilecek; bu bilgi anlayışı değişiminin aracı da eğitim sistemi olacaktır.
Öte yandan, modernleşme ideolojisini temsil eden yeni siyasal rejim, insanımızın inanç değeri, dolayısıyla disiplin değeri bulunan ve toplumun barış ve düzeni ile kalkınmaya organizasyonu için zaruri olan millî ve manevî kültürümüze karşı ideolojik bir karşıtlığı da temsil etmektedir.
İşte mevcut eğitim sistemine bu ideolojik karşıtlık da damgasını vurmuştur. Karşılaşılan her problemi, “dini değerlerin tamamıyla tasfiye olunamamasına” bağlayan bir anlayış, resmî bir zihniyete dönüşerek eğitim ve kültür politikası haline getirilmiştir. Bunun tabii bir sonucu olarak toplumu disipline eden değerler, devlet eliyle ve dolayısıyla da eğitim kurumları aracılığı ile tahrip edilmiştir.
Böylece, devlet yapısı ve toplum, dinî kültürden ve onun şekil verdiği millî, tarihî, sosyal, kültürel ve ahlâkî değerlerden tecrit edildiği nispette modernleşme ve kalkınmanın gerçekleşeceği anlayışı eğitim sistemine damgasını vurmuştur. Bunun tabii bir sonucu olarak nesiller, kendi kültür ve manevî değerlerimizin atmosferinden çıkarılarak, resmi ideolojinin dikte ettiği bir kültür ve eğitim atmosferine sokulmuştur.
Avrupa’nın sanayileşmesine paralel olarak ortaya çıkan yaygın üretim, mahalli pazarların doymasıyla sınır ötesi pazarlara ihtiyaç duymuştur. Ancak dünyanın diğer bölgelerinde hâkim olan kültürler ve yaşam biçimleri, Avrupai mallara pazar olmayı engelliyordu. İşte, bu aşamada Avrupa, batılı olmayan toplumları kendisi gibi tüketmesi için, yaşam biçimini değiştirme gereği duymuştur.(3) Bu değişimin köklü aracı da eğitim sistemleri olacaktır. “Küresel piyasa güçleri, eğitimi de, eğitim bilimlerini de küresel iktisadi gelişmenin bir bileşeni olarak görmektedirler.”(4)
Tüketim modernleşmesinin önünde engel teşkil eden inanç ve değerlerin yıkılması için, bu inanç ve değerlerin üretim modernleşmesine engel teşkil ettiği çarpıtması yapılmış ve bu tez küresel güçlerce de desteklenmiştir.
Mevcut eğitim sistemi, bu çerçevede tam bir provokasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk milli eğitim sistemi, başından itibaren yabancı uzmanlarca yapılandırılmıştır. “Mazimizi tetkik edecek olursak gerileme devirlerimizin bir hastalığı olan ecnebi müdahale ve tavsiyelerinin, daima fikir selametimizi kaybettirip, şaşırttığı ve tehlikeli kararlara götürdüğü müşahede olunur.”(5)
Sıfır ve Eksi Çarpan Etkisi
Toplum hayatı, bazı prensip ve kaidelerin fert hayatına hâkim olmasını zaruri kılar. Çünkü "toplum halinde yaşama vakıası, her ferdin o toplumdaki diğer fertlere karşı muayyen bir hareket hattına riayetle mükellef olmasını elzem kılar"(6). Bu sebeple, gerçekte “başkasının hayatına, mal ve mülküne hürmet etmek, toplum hayatının haklı bir zaruretidir"(7). İşte fertler, bu mükellefiyeti ve hürmeti duymadıkça, toplum sadece buhranlı bir insan kalabalığı olmaktan öteye gidemez.
Modern toplumda nüfus artmakta, gelişmeler bireyleri gittikçe daha yoğun ilişkilere sürüklemektedir. Bu yoğun ilişkiler, bireylerin birbirlerine karşı, topluma karşı belli bir tutum sergiledikleri çok çeşitli karşılaşma alanları inşa etmektedir. Bu ilişkilerin çeşitliliği, birey ve toplumların ilişkilerine ahlaki bir boyut katacak, çatışmayı değil uzlaşmayı, çıkarı değil adaleti hâkim kılacak bir değer sisteminin telkinini gittikçe zorunlu hale getirmektedir.
İnsana insanî nitelikler kazandıran, insanın ruhî cephesini aydınlatan esas unsur, manevî bilgidir. Çünkü toplumlarda esas birleştirici kuvvet, toplum hayatının bütünü içine bir solüsyon gibi karışmış olan manevî ve kültürel değerlerdir. Gerçekten de, toplumda gerek toplumsal barış ve gerekse kalkınma disiplini, muktedir bir inanç ve kültürün temin ettiği yüksek hasletlerin tecessümüdür. Bir toplumda inanç değeri bulunan manevî ve kültürel değerler, o toplum yapısının çimentosunu teşkil eder. Bugün insanî olgunluğun en büyük dayanağı maneviyattır. Vazifeye bağlılık, doğruluk ve dürüstlük, adalet, yardımlaşma, karşılıklı güven gibi disiplinler daima manevî değerlerden doğar ve beslenirler. Manevî değerler, birleştirici ve toplayıcı fonksiyonu ile fert ve toplum hayatında önemli bir disiplin ve düzen unsurudur.
Toplumlar, bilim ve teknolojide hangi seviyede bulunurlarsa bulunsunlar, eğer barış ve istikrar içinde yaşamak istiyorlarsa, manevi kültürün aşıladığı disiplin değerlerini bir çimento, bir yapıştırıcı olarak kullanmak zorundadırlar. Aksi takdirde, fertler toplumsal hayatın talep ettiği disiplin ve itaate yabancılaşır; barış ve istikrarı bozan davranışlara, anarşi ve yolsuzluklara yönelir ve böylece toplum her türlü müspet gelişmenin iklimi olmaktan çıkar.
Kendisini sadece fiziki yapısı, maddî ihtirasları ve zaafları ile tanımlayan ve tutum ve davranışları bu tanımlama çerçevesinde ortaya çıkan fertler nasıl bir topluma vücut verebilirler ki?
Karşılıklı çıkar ilişkilerine eşlik edecek manevî bir enerji, bir iç disiplin boşluğu; birbirleriyle anlaşacakları, birbirlerinin hak ve hukukuna saygı duyacakları ortak manevî bir alan yoksunluğu, fertleri toplumun barış, güven ve kalkınma unsuru olmaktan uzaklaştıracak, problematik bir kişiliğe mahkûm edecektir.
Bu kişilik, gerek fertlerin tutum ve davranışlarında ve gerekse karşılıklı ilişkilerde sıfır ve hatta eksi çarpan etkisi yapmaktadır.
Toplum bireyleri karşılıklı ilişkilerinde genellikle sadece çevresine karşı belirli bir tutum içindedirler. Hâlbuki toplum hayatı, bireylerin sadece çevreye karşı değil, bizzat kendi kendilerine karşı da belirli bir tutum içinde bulunabilmelerini gerekli kılar. Eğer bu iç disiplin kabiliyetine sahip olabilmişlerse, artık bireylerin çevrelerine karşı bulundukları tutum ve davranışlar, karşılıklı hak ve hukuk, genel ahlâk ve insanî açılardan bizzat bireylerin kendi iç bünyelerinde sorgulanmış ve kontrolden geçirilmiş olacaktır. Böylece her bir bireyin tutum ve davranışları, bir iç disiplin ve iradîlik niteliği kazanmış ahlâk, fazilet ve dürüstlük karakteri yansıtacaktır. Bu iç disiplin olgunluğuna sahip bireylerden oluşan toplumda, tüm siyasi, hukuki, sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkiler, bu müspet karakter özelliklerine göre şekillenecektir.
Bu iç disiplin değerlerini temel almayan bir eğitim sistemi, bireyleri iç disiplin boşluğuna atacak, böyle fertlerden, hiçbir yönetim şekli ile idare edilemeyen, barış ve düzeni istibdat ile sağlanabilen bir sosyal organizma ortaya çıkacaktır. Manevi disiplinlerini kaybeden bir toplumda, anarşi ile dış ve cebrî disiplinler (adli ve polisiye tedbirler) baş gösterecek, her iki durumda da toplum düzenini ve temel insan hak ve hürriyetlerini ortadan kaldıran anarşi- istibdat gel-giti hâkim olacaktır.
Bir eğitim sistemi, nesilleri bilim ve sanat alanında en üst seviyede yeteneklerle donatabilir. Ancak, eğitim sistemi mukabil bir değerler sistemi, dürüstlük iradesi ve ahlaki mükellefiyet şuuru veremediği takdirde, bu yetenekler sıfır ve hatta eksi çarpan etkisi yapacak öyle bir özellik kazanır ki, bilim ve sanat yetenekleri etkisizleşir, hatta zararlı bir fonksiyon da kazanır. Çünkü dürüstlük, ahlâk ve faziletin kumanda etmediği bilim tahripkâr olmaktan ileriye gidemez. Meselâ; dürüst olmayan bir insanın teknik nitelikleri o insanın hile ve kurnazlığına bir vasıta olacaktır. Dürüstlüğe ve fazilete doğru istikamet verilmedikçe, insanın akıl, zekâ ve maddî imkânları sırf zararlı bir harekette bulunma kudretinden ibaret kalacaklar ve toplum hayatında bu kudret oranında tahribata neden olacaklardır. Bilimi sadece iyiler değil, kötüler de kullanabilmektedir. Çünkü insanın kötülük kabiliyetine eklemlenmiş bilim ve teknoloji, en ince ayrıntısına kadar kötülüklerde de kullanılabilmektedir.
15 Temmuz’da, kendi ordumuzun, emniyet teşkilatımızın, en ileri seviyede bilgi ve yeteneklerle donattığı kendi personelinin, eksi çarpan etkisi yapan zihni bir kodlama ile nasıl milli güvenliğimize asimetrik bir tehdit haline getirildiğine milletçe şahit olduk.
15 Temmuz ve daha önce yaşadığımız darbeler, milli iradeyi, toplumun milli ve manevi kimlik bileşenlerini ve bu kimliğin temel değerlerini iç tehdit olarak algılayan çarpık bir zihniyetin-ki bu zihniyet malum, Avrupa Rönesans’ı ve İslam algısına dair kök çarpıklıktan kaynaklı idi- eseridir. Böyle çarpık bir zihniyet, bilgi ve yetenek seviyesiyle doğru orantılı olarak zararlı bir fonksiyon kazanacaktır.
Eğitim Sisteminin Beş Eksi Çarpanı
Bugün toplum olarak beş menfi esası telkin eden bir kültür ve eğitim atmosferinde bulunuyoruz:
1. Eğitim sistemi, ahlak ve fazilet ile ulaşılacak ilahi rıza gayesi yerine hasis menfaatleri ve hedonist duyguların tatminini hayatın gayesi haline getiren bir bilgi kuramına dayanmaktadır.
2. Bu bilgi kuramı, bilimsellik felsefesi ile bir varoluşa dair hakikat krizini beslemekte, din-bilim ikilemine yol açmakta, nesillerde milli, manevi gayeleri ve ahlaki tutum ve davranışları temelsiz bırakan bir ben ve varlık algısını telkin etmektedir.
3. İlişkilerde, hak ve adalet yerine makam, zenginlik, sosyal statü gibi unsurların sağladığı güç ve imtiyazları öne çıkaran bir psikoloji inşa etmiştir. Bu psikoloji, güç ve imtiyaza sahip olanları kendi bencil zaaf ve ihtiraslarını tatmin için ahlak ve dürüstlüğe tahammülsüz bir karaktere sevk etmektedir.
4. Modern bilgi kuramı, “ulusu temel bağlılık nesnesi olarak gören ve merkezinde ulusun yer aldığı”(8) ulusalcı bir ideoloji inşa etmiş, devlet ve eğitim sisteminin bu ideoloji bağlamında yapılandırılmasına yol açmıştır. Mevcut eğitim sistemi, mukabil ulusalcı ideolojileri tersten besleyen, vatan birliği ve iman kardeşliği yerine etnik kimlikleri birlik ve dayanışma bağı haline getirerek, kimlik çatışmalarını besleyen ve kimlik farklılıkları temelinde toplumsal bir çözülmeye yol açan bir fonksiyon kazanmıştır.
5. Toplumda yardımlaşma yerine çarpışma anlayışını hâkim kılmış, insanı bir yaşam savaşı aktörü olarak kodlayarak, gayri meşru arzu ve ihtiraslarının tatminine hizmet eden cezp edici bir dünya görüşüne mahkûm etmiştir.
İşte atmosferinde soluduğumuz eğitim sistemi, toplum hayatını bu beş menfi esasın çarklarında dönmeye mahkûm etmiştir. Bu durum, sadece ülkemizde değil, modern bilgi kuramının atmosferindeki bütün toplumlarda yaşanan bir krizdir.
Eğitim Sisteminin Temel Problematiği: Bilgi Kuramı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2018-2019 eğitim yılının başlaması münasebetiyle Kabataş Lisesinde yaptığı konuşmada, 16 yıllık bir süreçte gerçekleştirilen eğitim reformlarını şöyle sıralamıştır: Okul ve derslik sayılarının artırılması, sınıflarda akıllı tahta, öğrencilere tablet bilgisayar, ücretsiz ders kitapları, kredi ve burs miktarlarının artırılması, ilk, orta ve lise eğitiminin 4+4+4 olarak süreçlenmesi, din ve ahlak bilgisi eğitimi, sınav sistemi, İmam Hatip Liseleri, katsayı adaletsizliğinin kaldırılması…
Hâlbuki eğitim sisteminin temel problematiği bunlar değildir. Ahlaki mükellefiyeti, insani değerleri ve dürüstlük iradesini temellendiremeyen, bilakis buna temel oluşturacak milli ve manevi dinamikleri dışlayan bir bilgi kuramı, eğitim sistemimizin temel problematiğini oluşturmaktadır. Mevcut bilgi kuramı, eksi çarpan etkisi ile okulları da, bu okullardan mezun olan insanları da olumsuz etkilemektedir.
Batı bilgi kuramı ile talim edilen temel fen bilimleri, insanlar arası ilişkilerin ve toplumların ve hatta toplumlar arası ilişkilerin en büyük açmazı olan ahlak ve dürüstlük kaidelerine bağlılık olgusu açısından bir çözüm üretememekte; bir ahlak mükellefiyeti inşa edememektedir.
Bu noktada, şöyle bir soru akla gelebilir: “Ahlak mükellefiyeti ile temel fen bilimlerinin ne ilgisi var? Ahlak mükellefiyeti, fen bilimlerinin konusu değil…” Böyle bir soruya verilecek cevap, varoluşa dair hakikat ile ilgili olarak bir bilgi kuramına göreli olarak verilen fen bilimleri, ahlaki mükellefiyet ile olumlu veya olumsuz anlamda doğrudan ilişkilidir.
Yanlış bilgi kuramına göreli fen bilimleri, kişilik oluşumunda ahlaki mükellefiyeti temelsiz bırakan bir varoluşa dair hakikat boşluğuna yol açacak ve fertlerde ortaya çıkan bu boşluğu, nöbette olan çıkar ve haz duyguları ve gayesi dolduracaktır. Çünkü insanın önünde yöneleceği bir ahlâk ideali bulunmazsa, o, hayatı yalnız kişisel menfaatleri ve hazları açısından algılayacaktır. Sınırsız arzu ve ihtiraslarını tatmin iştihası, fertlerin ahlâkî ve vicdanî melekelerini ifsat ederek, bozulma noktasına varıncaya kadar tedricen zayıflatacaktır. Meşru yoldan tatmini mümkün olmayan arzu ve ihtiraslarının esiri olan fertlerin akıl, zekâ ve hisleri, bilgi ve yetenekleri kişisel çıkarları ve zaaflarının emrine girerek, eksi çarpan etkisi yapacaktır. Değer, gaye, davranış zinciri bu gaye ve duygular bağlamında gerçekleşecektir.
Nitekim mevcut bilgi kuramının yol açtığı ferdi yapı, bireyler arası, birey-toplum ve hatta toplum-toplum arasında, çıkar ve güç merkezli bir ilişkiler ağı olarak yansımakta, bugün insanlığın yaşadığı medeniyet krizine kadar belirleyici olmaktadır. Batı bilgi kuramının küresel eksi çarpan etkisi, emperyalizm ve dünya ölçeğindeki yıkıcı savaşlar olarak tezahür etmiştir ve etmektedir.
Can, mal ve namus kavramlarının toplum seviyesinde emniyete kavuşması; birlik ve beraberliğin kuvvetlenip, pekişmesi; toplumun müşterek hedeflere organizasyonu ve toplumsal barışın gerçekleşmesi, toplum bireylerinin fedakârlık, metanet, ahlâk, fazilet ve dürüstlük özellikleri ile doğru orantılıdır. Bu özellikler açısından fonksiyonel olmayan; bilakis bu özellikleri temelsiz bırakan bir “bilgi kuramı” na dayalı eğitim müfredatı, problemin bizatihi kaynağını oluşturmaktadır.
Mevcut Bilgi Kuramı: Bilimsellik Felsefesi
Bilimsellik felsefesi, bilimsel keşif ve teknolojik başarılar ve bunun günlük hayattaki somut yararlarının oluşturduğu etkiyi kullanan ve öğretilerini, felsefi spekülasyonlarını, inanç ve dogmalardan, önyargılardan bağımsız; bütün insanlık için geçerli (evrensel) bilimsel ve objektif bilgi olarak sunan, zihinleri kolonize eden bir algı operasyonudur.
Bu algı operasyonu ile bilimsellik felsefesi, zihinlerde objektif ve olgusal, nesnel, deneysel, gözlemsel ve ölçümsel; nötr, önyargısız ve evrensel olarak algılanır.
Batı bilgi kuramı bilimsellik felsefesininevrensel bir eğitim felsefesi olduğu algısını inşa etmiştir. Bu algıya göre, fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi, matematik v.s. gibi fen bilimleri, toplumlara göre değişmez. Bu alanlardaki bilgiler bilimsel bilgilerdir ve evrenseldir. Bütün ülkelerin ortak müfredatıdır.
Hâlbuki bütün bu temel fen bilimleri, bilimsellik felsefesine göreli olarak sunulmaktadır. Bilimsellik felsefesi ise bir bilim değil; dine karşı geliştirilmiş bir modernleşme felsefesidir. Mevcut eğitim sistemi, insanımızı bilimsellik felsefesi öğretilerine göre biçimlendiren bir kimlik matbaası işlevi görmektedir.
Bilimsellik felsefesi, öncelikle dinler hakkında öğretilerini empoze eder. Bu öğretiler şöyle özetlenebilir: Bilim ve din kategorik olarak ayrı alanlardır. Dinler, nasları hakkında en küçük bir şüphe ve sorguyu kabul etmez; bilakis, şüphesiz bir iman ve itaat isterler. Dini konular dogmatik, metafizik ve inanç işidir; gözlem ve deney, ölçüm ve araştırma, dolayısıyla da bilim ve bilimsel doğrulama konusu olamaz. Akıl, bilgi ve bilmenin bittiği yerde dini inançlar başlar. Varlık ve işleyişin yaratıcı ile açıklanması bir bilgi konusu değil inanç konusudur. Dinler, rasyonel ve bilimsel olarak temellendirilemez.
Bilimsellik felsefesinin bu öğretileri, gerçekte bizatihi bilimsellik felsefesinin kendisi için geçerli yargılardır. Çünkü bilimsellik felsefesi öğretileri, bir bilim değil batıl inanç öğretileridir. Bu sebeple bizatihi batı bilim adamlarınca dahi, “bilim kilisesi” veya “bilimsellik dini” olarak tanımlanmaktadır. Mesela, insanın maymundan evrimleştiğine dair öğreti, hiçbir bilimsel bulguya dayanmamakta, bir inanca dönüşmüş bulunmaktadır.
Yaratıcı inancı ise gerçekte, sadece bir inanç konusu değil, bilgi konusudur ve sadece dini bilginin değil, fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve matematik gibi temel bilimlerin de konusudur.
Bilimsellik felsefesi fen bilimlerini, subliminâl mesajlarla yüklü bir dil ve terminoloji ile inanç telkini materyali haline getirir. Fen bilimlerine bilim tahsili boyutunu aşan bir inanç ve itikad tahsili boyutu kazandırır.
Bilimsellik felsefesi, varlıkların özelliklerini arızi değil zati, yani bir yaratıcı tarafından kazandırılmış özellik değil, varlıkların kendisinde ve kendiliğinden var olan bir özellik olarak tanımlar. Doğrudan yaratıcı yoktur demez. Ancak kavram, izah ve tasvirleri böyle sözde bir bilimsel inanışı şuuraltında inşa eder.
Biyoloji dersinin, subliminal biyo-mitolojik telkinlerle yüklü, dolaylı bir inanç dersleri olduğunu görürsünüz. Fizik, kimya, astronomi ve matematik gibi temel fen bilimleri de böyle mitolojik telkinlerle doludur.
Mevcut eğitim sisteminin temel fen bilimleri müfredatını inceleyiniz. Sözde bilimsel tasvirlerinde, bütün varlığı ve işleyişi kuşatan teleolojik gerçekliğin, yüklem ve fiillerin atfedildiği özne ve faillere dikkat ediniz. Bilinçaltına öznesi ve faili, madde, zaman, enerji, doğa, doğa kanunları, tabii kaynaklar, evrim (adaptasyon, mutasyon, tabii seleksiyon) tesadüf, sebepler, kendi kendisi olan, varlığı ve işleyişi bunların işi, eseri ve sonucu olarak takdim eden, yani yaratılma olgusunu bu özne ve faillere izafe eden kozmolojik bir inanış yerleştirdiğini göreceksiniz.
Mesela, bin metrekare bir tarladaki yağmurlama sistemi, bir ziraat mühendisinin fiil ve eseri olmadan bir doğa olayı olarak tanımlanamazken, bilimsellik felsefesi, yer küredeki yağmur sistemini, suyun çevrimsel döngüsü ile oluşan bir “doğa olayı” olarak tanımlar. Böyle bir tanımlama, insana hangi değeri ve mükellefiyeti ihsas eder?
Bilimsellik felsefesi, açıkça ayrı bir ders olarak okutulmaz. Bütün fen dersleri içine kavramsal kodlarla yerleştirilmiştir. Mevcut eğitim sisteminin dayandığı bilgi kuramını, yani bilimsellik felsefesini incelediğimizde, subliminal olarakdarwinist, materialist, ateist, agnostik, nihilist, deist, etnosentrist öğretileri talim ettiği görülecektir.
Varlığa ve işleyişe dair bilgiyi bu kavramların süzgecinden geçirerek sunan, anlama melekelerimizi bu kavramlarla manipüle eden bilimsellik felsefesi, bilinçaltında varlığı ve işleyişi, dolayısıyla ben algısını bu kavramlarla sınırlı bir mantık tabanı ile kurgular. Varlık ve işleyişe ve kendi benliğine, bu mantık tabanı ile anlam yükleyen bir insan tipi inşa eder.
Mevcut eğitim sistemi din dersleri ile yaptığını fen dersleri ile yıkan bir bilgi kuramına dayanmaktadır. Bilimsellik felsefesi, varlık ve işleyişe dair bilgiyi sekülarize ederek, inanç ve ahlaktan koparır. Bu sebeple, eğitim sistemi, ahlaki değer ve mükellefiyet üretemiyor. Bilakis, ahlaki mükellefiyet duygularını temelsiz bırakan bir etki doğuruyor.
İnsanın kaynağını, tesadüfen meydana gelen ve zamanla evrimleşen bir hücredir veya insan maymundan türemiştir; ya da insan tesadüfen meydana gelmiştir vb. gibi öğretileri ile bilimsellik felsefesi, insana hangi insanî olgunlukları teklif etme muhtevasındadır? Bu gerçeğe işaret eden Carrel: "Er veya geç boşlukta yok olacaksak, vücudumuzu ve ruhumuzu bir iyilik ve hakikat idealine göre terbiye etmeğe ne lüzum var?” Diye sorar. Gerçekten de, mevcut eğitim sistemi, eğitim verdiği her insanı, iç âleminde böyle bir soru ile karşılaştırıyor. Mesela, evrim öğretisine inanan bir kişi, “İnsanın maymundan türediğine inanıyorum; o halde ahlaklı olmalıyım” diyebilir mi?
Mevcut eğitim sistemi, sadece ahlaki mükellefiyet açısından değil, fen bilimleri açısından da fonksiyonel değildir. 2018 Yüksek öğretim kurumları sınavı başarı oranları bunu açıkça ortaya koymaktadır: doğru cevap/soru oranı şöyledir: Türkçe: 16.179/40, temel matematik: 5.642/40, matematik: 3.923/40, fizik: 0.467/14, kimya: 1.109/13, biyoloji: 1.669/13, sonuç: 29/160=başarı oranı: %18.125.
Eğitim Müfredatı ve Bilgi kuramı
Mevcut eğitim sistemi, toplumsal barış, dayanışma ve gelişmeyi belirleyen ferdî plandaki kişilik özellikleri ve bu özelliklerin bilgi ve kültür normlarını temel alan bir müfredattan uzak bulunmaktadır.
Günümüz itibariyle müfredatta yer verilmeye başlayan din ve ahlak dersleri fonksiyonel değildir. İnsan ruhunda bir denge ve istikrar tesis edecek, şahsi zaaf ve ihtiraslara karşı güçlü bir dürüstlük iradesi geliştirecek müfredattan yoksun bir eğitim boşluğu halen devam etmektedir. Sadece fen bilimleri bilgi kuramı değil, din ilimleri bilgi kuramı da yanlıştır. Bu sebeple “Din ve Ahlak Bilgisi derslerinin mecburi olduğu bir eğitim sistemimiz var” savunması tatminkâr değildir.
Bu durumu, ikliminde bulunduğumuz eğitim sisteminin, insanımızı dürüstlük kaidelerine bağlı tutabilecek ve onun kişiliğinde toplumsal barış ve kalkınmanın talep ettiği niteliklerin birlikte serpilip büyümesini mümkün kılacak bir müfredattan yoksun bulunması ile izah edebiliriz.
Bu durumun iyileştirilmesi, tutum ve davranışlarını çıkarları ve zaafları belirleyen insan tipinin dönüştürülmesine bağlıdır. Bu da fertlerin kişilik yapısında ahlak, fazilet ve dürüstlüğü üstün ve belirleyici konuma getirecek bir bilgi kuramı ve dolayısıyla da müfredat dönüşümünün gerçekleştirilmesi ile mümkündür.
Köklü Çözüm: Bilgi Kuramı Değişimi
Milli Eğitim Reformunun Başarı Şartı: Bilgi Kuramı Değişimi(9) Ayhan KÜFLÜOĞLU, http://www.metabilgi.org/tag/epistemoloji/
Bilgi ve değer değişimi, bir hakikat anlayışının bir başka hakikat anlayışı ile yer değiştirmesi ve neticede bireysel ve toplumsal düzeylerde kapsamlı değişimlere yol açan yeni bir hakikat anlayışının ikame edilmesi; kısaca epistemolojik kopuş; yani eski bilgi kuramından kopuş, yeni bir bilgi kuramına geçiş olgusu, Kur’an’da Bakara Suresinde, “ineğin zebhi” olarak sembolize edilmiştir.
İneğe tapan kavim, ineğin kutsallığı temelinde bir ontoloji (varlık) ve epistemoloji (bilgi) anlayışı ile yapılanmış bir toplumdur. İneğin kutsallığına göreli bilgi ve değerler, bu göreli bilgi ve değerlerin yol açtığı insan benliği, politik ortam ve yönetim otoritesi (Firavun modeli), bu otoritenin ürettiği yasalar bu ontoloji ve epistemoloji zemininde vücut bulmaktadır.
Toplum, ineğe yüklediği kutsallık anlamını aşmadıkça, fert ve toplum olarak ineğe yüklediği bu anlama izafi bir yaşam çerçevesinin dışına çıkamamaktadır.
Bakara Suresinde, kavme gelen peygamber vasıtasıyla, ineğin dişisi, en iyisi; sarı, besili, çifte koşulmamışı ve iki yaşında olanının kesilmesi emrediliyor.
Bu kıssada verilen mesaj, kafalardaki kutsallık algısının ortadan kaldırılması ve yüklenen bu anlama göreli ontoloji ve epistemolojinin yıkılmasıdır.
Böylece toplum, kutsal ineği kesmekle kafasındaki kutsalı kesmiş, öldürmüş olacak, varlığa ve işleyişine dair hakikat algısı ve dolayısıyla da bilgi anlayışı temelinden değişecektir.
Yani ineğe atfettiği kutsallığın ve bundan kaynaklanan bilginin doğru olmadığını, ineği kesmekle bizzat deneyimlemiş olmaktadır. Kutsallık düşüncesinin çökmesi, bu düşünceye göreli epistemolojinin de, değer yargılarının da çökmesine yol açacaktır. İktidarını bu kutsallık üzerine kuran ve insanı nesneleştiren özne de iktidarının bütün dayanaklarını ve meşruiyetini yitirecektir.
Esasen peygamberler silsilesi, insanlığın tahakkümü altına düştüğü kutsal inekleri keserek, insanlığı tekrar varoluşa dair hakikate eriştirme, bu hakikat bilgisi temelinde insanlığı adalet ve barış için yeniden yapılandırma deveranıdır.
Avrupa aydınlanması olarak tanımlanan olgu, devrin kutsal ineği olan Kilise öğretilerinden kopuş olarak ortaya çıkmıştı. Aydınlanma ve modern bilim zihniyeti ile bu kutsal inek kesildi. Ancak bu kez de modern bilim ve bilgi anlayışı modern bir formda yeni bir kutsal inek olarak ortaya çıktı. Bu konuda Batı türlü felsefi kuramlar silsilesi ile adeta kutsal inekler geçidi yaşamakta, varoluşa dair hakikat krizi daha da derinleşmektedir.
Gerçekten de, günümüz dünyasının en büyük çıkmazı, bilim ve teknolojinin “güçlü” kıldığı fert ve toplumları "adil" kılacak bir kültür ve uygarlık anlayışından yoksun bulunmasıdır. Tüm insanlığın fertler arası ilişkilerden, toplumlararası ilişkilere kadar hak ve adalet prensibini, ahlakı üstün ve belirleyici kılan bir bilgi kuramı değişimine ihtiyacı vardır.Günümüz dünyasının önünde duran en büyük mesele bu fonksiyonellikte bir bilgi kuramını keşfetmek ve küresel ölçekte etkinleştirmektir.
Batı bilim ve bilgi teorisi, varlığın ilim ve hikmetini görmüştür. Ancak bu ilim ve hikmet arkasındaki irade ve kudreti görememektedir. İslam medeniyeti, bu görüşü sağlayacak yeni bir bilgi türünü içinde barındırmaktadır.
Eğitim sistemleri, hâkim bilim anlayışına bağımlıdır. Türkiye ve İslam dünyasındaki eğitim kurumları da, kültürel batılılaşma paradigması ile beraber gelen Batı bilim ve bilgi anlayışına mahkûm bir eğitim sistemi özelliğindedir. Bu sebeple yapılan bütün eğitim reformları fonksiyonel olmamaktadır.
Türkiye ve İslam dünyası, İslam’ın bilim ve bilgi anlayışını ihya etmelidir. Bu takdirde, Batı ile siyasal ve askeri anlamda reaksiyona girmek yerine, Batı bilim ve bilgi anlayışı ile reaksiyona girilecektir. Bu etkileşim, Batı bilim ve bilgi anlayışını tashih edecek, bütün insanlığın yeni bir epistemolojik kopuş yaşamasını; İslam bilim ve bilgi anlayışı ile dolayısıyla da insani, ahlaki değerlerle yeniden buluşmasını sağlayacaktır.” (10)
Mevcut bilgi kuramı ile düşman kardeşler haline gelen etnik kimlikler, fonksiyonel bir bilgi kuramı değişimi ile manevi bir üst kimlik etrafında bütünleşecek, etnik alt kimlik hassasiyetleri nötralize olacak, şuurlu ve inançlı bir dayanışma kültürü gelişecektir.
Yaratılışında iyilik, hayır ve dürüstlük kadar; kötülük, şer ve sahtekârlık vasıf ve kabiliyetleri de potansiyel olarak mevcut olan insan, ahlaki mükellefiyetini temellendiren bir bilgi kuramına dayalı eğitim ortamında inanç ve değer ikilemlerinden kurtulabilecektir.
Artık idrak etmeliyiz ki, çağın gelişmelerine intibakımız için, millî eğitim ayaklarından birini, bizi toplumsal barış ve kalkınmaya disipline edecek manevi dinamiklerimize, diğerini ise bilimsellik felsefesinin manipüle etmediği müspet bilim zihniyetine basmalıdır. Ancak bu takdirde milletimiz bu manevi dinamiklerin tesis ettiği toplumsal barış zemininde, bir pergelin sabit ayağı gibi sabit ve muhafazakâr kalırken, bundan sağladığı güç ve kudret ile diğer ayağı ile gittikçe genişleyen gelişme daireleri çizecektir.
Girdisi Ham İnsan; Çıktısı Âlim, Arif ve Salih İnsan Olan bir Eğitim sistemi
Mevcut eğitim sistemi, adeta ters tutulan bir silah gibidir ve ülkemiz için en büyük iç tehdittir. Çünkü nesillerin ahlâk ve fazileti hakkında doğru bir anlayışa sahip olmayan bir eğitim sistemi, yanlış bir bilgi kuramı üzerine yapılandırılmıştır. Fertlere, doğruluk ve dürüstlük irade ve itiyadını kazandıramayan bir eğitim sistemi, bir millet için hayati bir tehdittir.
Hiçbir toplum, ahlaki değerleri temelsiz bırakan bir bilgi kuramı ile yapılandırılmış bir eğitim sistemi ikliminde, toplumsal barış ve düzen açısından bir form ve disiplin kazanamaz. Dolayısıyla da toplumun geneline hâkim olacak bir ahlak nizamı kuramaz.
Eğitim sistemi, “hedeften geriye doğru planlama” kuralı gereği, biri ahlak ve fazilet, diğeri bilim ve teknolojide liyakat olan iki enli omuza sahip şahsiyetler yetiştirme fonksiyonundan geriye doğru planlanmalıdır.
Böyle bir eğitim sistemi, fertlerin ham enerji ve kabiliyetlerini, toplumun gelişmesi için zorunlu olan üretici kuvvetler halini alacak şekilde yoğuracak bir müfredata sahip olabilecektir.
Son sözü milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a bırakıyorum:
Hadi tahsilini ikmale tez elden, hadi sen!
Çünkü milletlerin ikbali için, evladım
Marifet, bir de fazilet… İki kudret lazım.
Marifet, ilkin, ahaliye saadet verecek
Bütün esbabı taşır; sonra fazilet gelerek,
O birikmiş duran esbabı alır, memleketin
Hayr-ı i’lasına tahsis ile sarf etmek için.
FAYDALANILAN KAYNAKLAR
(1) Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN,Sosyal Hareketlerin SosyolojisiKültür ve Turizm Bak.Yay.Baskı-1988-Ankara, s.419 (2) (3) Kadir CANATAN, Bir Değişim Süreci Olarak Modernleşme, İnsan Yay. -İst. 1995, s.21
(4) L.Işıl ÜNAL, Seçkin ÖZSOY, Eğitim Bilimleri Felsefesine Doğru, Tan yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2010, s. 284.
(5) Sâmiha AYVERDİ, Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız; Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri: 12, 1. Baskı. İstanbul 1978, s. 87.
(6) J. S. MİLL, Hürriyet, Çev: Mehmet Osman DOSTEL, M.E.B Yay. İst. /1988, S.144
(7) BERGSON, Ahlak İle Dinin İki Kaynağı, Çev.:Mehmet Karasan, M. Eğitim Basımevi, 1986 II.Bas., s. 36
Yusuf ÇAĞLAYAN, Sosyolojik Savaş-Jeokültür,Jeopolitik, Jeogüvenlik- Timaş Yay. İst. 2017.
Yusuf ÇAĞLAYAN, Tahrif-i Tedrisat-Sistem Eğitiminden, eğitim sistemine-Etkileşim Yay. İst. 2015
Bilim ve Hayat,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2005
“Yeni Türkiye’nin Eğitim Reformu” başlıklı sunumu.