CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİ ve MİLLİ GÜVENLİK
POLİTİKALARINA YENİ BİR YAKLAŞIM
Yusuf Çağlayan
Emekli Askeri Hâkim
Kaynak: Adaleti Savunanlar Derneği Bülteni, Sayı: 28; Eylül 2018 (https://asder.org.tr/haber-bultenleri/5374-haber-bulteni-28-sayi)
ÖZET
Ülkemizin peş peşe karşılaştığı güvenlik tehdit ve riskleri, mevcut güvenlik sisteminin en büyük açığının sosyolojik boyutta ortaya çıktığını göstermektedir. Kimlik temelli risk ve tehditler, PKK, KCK ve PYD’nin etnik kimlikleri; DAEŞ ve FETÖ’nün ise dini kimlikleri istismarı ile ortaya çıkmıştır. Bu risk ve tehditler yıllardır ülkemizin iki ana güvenlik risk ve tehdidini oluşturmaktadır.
Mevcut güvenlik kültürümüzde, iç ve dış tehdit şeklinde bir ayrım ile sosyolojik bir olgu olan kimlikler, doğrudan iç tehdit olarak algılanmaktadır. Dış tehditler ise içinde bulunduğumuz Jeopolitik ortamdaki aktörlerle olan askeri güç farkına dayandırılmaktadır.
Hâlbuki kimliklerin istismarına dayalı risk ve tehditler de dış kaynaklı tehditlerdir ve yoğun azınlıklar yaratma politikalarına maruz kaldığımız bir güvenlik riskleri ortamında bulunduğumuz açıktır.
Günümüz savaşlarının doğası, toplum bilim temellidir. Toplum bilim disiplinleri arası bir ortak akıl ile kurgulanan savaş denklemleri, sıklet merkezi sosyolojik alan hâkimiyetini temel alan bir doğaya sahiptir.
Bu yaklaşımla, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildiği yeni dönemde, güvenlik risk ve tehdit algımızın yeniden gözden geçirilmesi, güvenlik açıklarımızın doğru olarak tespiti ve tanımlanması hayati öneme sahip bulunmaktadır.
Tespit edilen ve tanımlanan güncel güvenlik risk ve tehditlerine cevap oluşturacak yapısal ve yetenek düzeyindeki ihtiyaçların belirlenmesi ve mevcut güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması ertelenemez bir ihtiyaçtır.
Bu çalışmanın amacı;
Ø Yeni jeopolitik ortam,
Ø Mevcut ve potansiyel tehdit kaynakları
Ø Bu kaynakların ürettikleri yeni tehdit bileşenleri
Ø Ve mukabil güvenlik bileşenleri
bağlamında bir durumsal farkındalık oluşturarak, en kısa sürede fonksiyonel bir MİLLİ GÜVENLİK ve SAVUNMA REFORMU için gerekli düzeyde bir iradenin devreye girmesini ve dolayısıyla mevcut milli güvenlik ve savunma sisteminin yeniden yapılandırılması sürecinin başlatılmasını sağlamaktır.
GİRİŞ
Türkiye Soğuk Savaş dönemi jeopolitik ortamında ve bu ortamdaki jeopolitik güçlerin maksat ve niyetleri bağlamında şekillenmiş bir savunma ve güvenlik sistemi içinde yer alıyordu. İki kutuplu sistem içindeki dengelerin ve aktörlerin Türkiye’ye verdiği rolün, güvenlik ihtiyacımız ile örtüştüğü değerlendiriliyordu.
Soğuk Savaş kapsamında kurgulanan yapı, Soğuk Savaş sonrasında birçok bağlamını yitirdi ve ilave yeni bağlamlar kazanmaya başladı. Bu yeni bağlamlarda ortaya çıkan risk ve tehditler, soğuk savaş dönemi güvenlik sisteminden kalma yapıyı büyük oranda demode ve işlevsiz hale getirdi. Jeopolitik ortam değişti. Tehdit türleri ve tehdit kaynakları çok farklı yeni bir tehdit ortamını şekillendirdi. Klasik savaş ve geleneksel güvenlik kavramları, dost/düşman tanımları, sınır ve bağımsızlık kavramları çeşitlenen tehditlerin doğasına göre yeni boyutlar kazanmaya başladı.
Milli güvenlik risk ve tehditlerinin dinamik ve bağlamsal özelliği, mukabele süreçlerini de dinamik ve bağlamsal kılmaktadır.
1990 sonrası ortaya çıkan kökten dönüşümleri de dikkate aldığımızda, artık milli güvenlik ve savunma sisteminin yeni olgulara göre yeniden yapılandırılması kaçınılmaz bir hale gelmiş bulunuyor.
Yeni güvenlik ortamında, dışarıdan gelecek klasik güvenlik tehditlerinden çok içeriden gelecek asimetrik güvenlik tehditleri ön plana çıkmıştır. Dolayısıyla, yeni tehdit kaynakları ve tehdit bileşenleri, çok bileşenli yeni bir güvenlik sistemi yapılanmasında toplum bilimlerini merkeze taşıyan bir keyfiyet taşımaktadır.
Yeni tehditlerin bu asimetrik doğası, milli güvenlik ve savunma yetenekleri önceliğini, askeri, polisiye ve adli alandan sosyolojik alana taşımıştır. Bu kapsamda sosyolojik yeteneklerin geliştirilmesi, artık güvenlik meselelerine doğrudan etki eden bir faktör haline gelmiştir.
Sonuç olarak, yeni güvenlik sistemini, salt askeri, polisiye ve adli boyutta değil, toplum bilimleri ve dolayısıyla da disiplinler arası bir boyutta yapılandırma zarureti ortaya çıkmıştır.
Karmaşıklığı ve belirsizliği giderek artan uluslararası güvenlik ortamı ile bilhassa güncel bölgesel gelişmeler ışığında, uzun yıllardır gerçekleştiremediğimiz kapsamlı milli güvenlik reformunu daha fazla erteleyemeyeceğimiz aşikârdır.
Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra ortaya çıkan yepyeni bağlamlarda ve küresel ölçekte kritik bir değişim ve dönüşüm kavşağında bulunuyoruz. Söz konusu değişim ve dönüşümün kritik oluşu, zamanı ve değişimi yönetecek bizleri de “kritik zaman-kritik kuşak” kılıyor. Bu tarihi rolü oynamak gibi ağır bir sorumluluğumuz bulunuyor.
SOĞUK SAVAŞ ÖNCESİ YAPI
Soğuk Savaş döneminde, güvenlik tehditleri karşı tarafın kendi cinsinden olan gücüne kıyasla tanımlanıyordu. Merkezinde askeri güç bulunan bir güvenlik sistemi söz konusu idi. Dolayısıyla da güvenlik risklerinin bertaraf edilmesinde, askeri yeteneklere odaklanan, askeri güç maksimizasyonunu öngören bir yapı öne çıkmıştı.
İttifaklar da, ulusal gücü aşan tehditlere karşı, aynı cinsten dengeleyici güce sahip müttefiklerle yapılıyordu. Bu ittifaklar, organik olmayıp, dönemsel fayda temelinde ve müttefiklerin çıkarları ve zaman unsuru ile sınırlı özellikteydi.
SOĞUK SAVAŞ SONRASI YAPI
Çift kutuplu sistemin sona ermesinden sonra, bu sistem bağlamında oluşan sınırlar, ittifaklar, sosyal-ekonomik-askeri-siyasi politikalar büyük ölçüde geçerliliklerini yitirdiler.
Bu bağlam değişimi, eski dönem güvenlik stratejilerinin dayandırıldığı parametrelerin çoğunu geçersiz kılan yeni bir sürece yol açtı.
Eski müttefiklerin yeni maksat ve niyetleri, bu çerçevede güncelledikleri stratejileri, bizatihi müttefiklerden gelen yeni tür ve özellikli risk ve tehditleri gündeme getirdi.
Güvenlik olgusunun yalnızca askeri ölçütlerle tanımlanamayacağı, kültürel, sosyal, ekonomik, çevre, sağlık, gıda vb. boyutlarının da dikkate alınması gereken yeni bir döneme girildi.
Bu sebeple, milli güvenlik ve savunma sisteminin yeniden yapılandırılması için, soğuk savaş sonrası tehdit ve güvenlik ortamının tanımlanması, yeni tehditlere cevap oluşturacak yapısal ve yetenek düzeyindeki ihtiyaçların belirlenmesi ve mevcut güvenlik sisteminin gözden geçirilerek güncellenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
Bu çerçevede, güvenlik gereksinimlerinin acil-kısa-orta ve uzun vadeler için belirlenmesi, bu gereksinimleri karşılayacak yetenek bileşenleri ihtiyaçlarının planlanması ve güncel tutulması ayrı bir önem arz etmektedir.
SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNÜŞÜMLER
Jeopolitik Ortam Dönüşümü
Gerek soğuk savaş dönemi ve gerekse günümüz jeopolitik ortamın doğrudan veya dolaylı başoyuncuları, ağırlıklı olarak devletlerdir.
Huntington: Devletleri dört kategoriye ayırıyor: Organik, merkez, yalnız, bölünmüş devlet.
Huntington’a göre, Organik devlet örneği Japonya’dır. Devlet-toplum arasında organik bir bütünlük vardır. Bu bütünlüğün harcı, yapıştırıcısı, özgün Japon kültürüdür. Merkez devlet örneği ise, ulus aşırı bir kültürü temsil eden devlettir. Örnekler, geçmişte, Türkiye (Osmanlı), SSCB, günümüzde, ABD, Rusya Federasyonu, İran’dır.
Yalnız devlet, diğer devletlerle hiçbir ortak paydası bulunmayan devletlerdir.
Bölünmüş devlet ise, kültürel aidiyet itibariyle kimlik ikilemi yaşayan devlettir. Huntington, bu devlet türünün tipik örneği olarak Türkiye’yi göstermektedir.
Sovyetlerin dağılması ile oluşmaya başlayan günümüz jeopolitik ortamındaki aktörlere baktığımızda, bu aktörlerin iki kategoriye ayrıldıklarını görüyoruz: Birinci kategori, kültür-nüfus-coğrafya etkileşiminin farkında olan ve büyük boy bir kültürün merkez ülkesi olarak kendini konumlandırıp, politikalarını bu doğrultuda oluşturan küresel ve bölgesel aktörlerdir. Örneğin, Rusya Federasyonu Ortodoks, İran Şia kültürünün merkez ülkesi olarak, kültür-nüfus-coğrafya etkileşimi üzerinden jeopolitik bir güç olarak küresel veya bölgesel ölçekte sahnede yerlerini almaktadırlar.
İkinci kategoride yer alanlar ise kültür, nüfus, coğrafya etkileşiminin farkında olmayıp, 20 nci Yüzyıl ideolojik şablonlarından kendini kurtaramayıp, kültürü ve nüfusu ideolojinin dar kalıpları arasında sıkıştırarak, değil sınır aşan etkileşime, ülke içi etkileşime dahi olumsuz yansıyan bir politik içine kendini hapsetmiş ülkelerdir. Tipik örneği Türkiye’dir.
Bugün Türkiye’yi hedef alan yoğun saldırıların temelinde, Türkiye’nin, kültür, nüfus ve coğrafya itibariyle küresel dengeleri etkileyecek ölçekte jeopolitik bir güç olma potansiyeli yatmaktadır. Bu noktada Türkiye önleyici stratejilerin hedefi haline gelmiş bulunmaktadır.
Türkiye, iki seçenekli bir durum ile karşı karşıyadır: Birinci seçeneği, kendisini ideolojik blokajlardan kurtararak, kültür, nüfus coğrafya etkileşimini en geniş ölçekte devreye sokacak bir merkez ülke rolünü üstlenecek veya küresel veya bölgesel jeopolitik oyunculardan birinin kenar ülkesi olarak kalacaktır.
Bağlam Dönüşümü
Sovyetlerin dağılması ile çift kutuplu sistem bağlamındaki güvenlik kurumları ve donanımları, büyük ölçüde fonksiyonelliğini yitirmiştir. Küresel sistemdeki bu dönüşüm, beraberinde zincirleme dönüşümleri de getirmiş, bu dönüşümler yeni bir jeopolitik ortam oluşturmuştur. Bu ortam, doğası çok farklı yeni tehdit bileşenlerini dikkate almayı ve dolayısıyla yeni güvenlik bileşenlerini güvenlik sistemlerine dâhil etmeyi zorunlu hale getirmiştir.
Kültürel Dönüşümler
Soğuk savaş döneminde tehdit ve güvenlik algılarının ve dolayısıyla da yapılarının odak noktasında askeri ve polisiye yapılar yer alıyordu. Güvenlik ihtiyacına verilen cevabın yeterli olup olmadığı, bu yapıların kendi cinsinden tehditlere göre sahip olduğu yeteneklerle ölçülüyordu.
Bilindiği üzere, jeopolitiğin temel unsurları: Kültür, nüfus ve coğrafyadır. Kültür toplumların ana kimlik bileşeni olduğu için, kültürel dönüşüm, kimlik dönüşümünü, bu ise nüfus dönüşümünü, nüfus dönüşümü de coğrafya dönüşümünü zincirleme olarak tetiklemektedir.
Soğuk savaş döneminde, sözde güvenlik şemsiyesi açan küresel güçler, kültür, nüfus, coğrafya etkileşimi temelinde izledikleri strateji doğrultusunda, kendi güvenlik şemsiyeleri altına aldıkları devletleri bu stratejilerine uygun kültürel bir forma sokmayı bir politika olarak takip etmişlerdir.
Türkiye’de, jeopolitik etkileşimin ana unsurlarından olan mevcut kültürel durum, mevcut tehdit ortamına cevap vermekten uzaktır.
Yapılacak durum analizi ile kültür-güvenlik etkileşimi belirlenmeli, mevcut kültürel durumun, güvenliği nasıl etkilediği açıklığa kavuşturulmalıdır. Kültür temel güvenlik bileşenlerinden birisi olarak, fonksiyonel bir biçimde güvenlik sistemine dâhil edilmelidir. Kültürü aktaran milli eğitim, diyanet, sivil toplum kuruluşları ve medya gibi kurumlar, kültür-güvenlik etkileşimini güçlendirecek fonksiyonlara kavuşturulmalıdır.
Nüfus Dönüşümleri
Osmanlı jeopolitiğinin temelinde, bu jeopolitiği üreten bir jeokültür politikası vardı. Batı jeopolitiğinin temelinde de bir jeokültür politikası vardır.
Kültür-nüfus etkileşimi, kimliklerin farklılaşması ve kimlik dayanışmaları veya çatışmaları olarak kendini göstermektedir. Kültürel dönüşüm, kimlik dönüşümlerine, bu da dayanışma dönüşümlerine yol açmaktadır.
Bu konuda, Avrupa’da yaşanan 1618-1648 Otuz Yıl Savaşlarını örnek verebiliriz. Bu savaşların dinamiği, temel dinamiği, alt kültürlerin biçimlendirdiği kimlikler, bu alt kimliklerin alt dayanışmaları ve dolayısıyla ortaya çıkan çok kimlikli ve çok alt dayanışmalı bir ortamın yol açtığı çatışmalar idi.
1648 Yılında imzalanan Westfalya Anlaşması, bugünkü Batı jeopolitiğine temel oluşturan bir dönüşüme dayandırılmıştır: Dayanışma bağlamı değişimi…
Bu değişimde alt kimlik dayanışmalarını ulus kimliğinde ve daha sonra da ulus üstü bir kimlikte üst(çatı) kimlik dayanışmasına dönüştüren kültürel dönüşümdür. Alt kimlikleri bütünleyen bu dönüşüm, birbirleri ile çatışan kimliklerin enerjisini birbirlerine boşaltmaktan kurtarmış ve dışa yönlendirmiştir. Nüfus bütünlüğü inşa edilmiştir.
Kültürel bütünlüğün korunması ve geliştirilmesi, nüfus bütünlüğünün korunması ve güçlendirilmesi, bu da coğrafya bütünlüğünün korunması ile bire bir ilişkilidir.
Soğuk savaş sonrası ortaya çıkan jeopolitik ortamda, kültürel güvenlik açıklarının öne çıkması ile nüfus bütünlüğü sarsılmış ve bu da coğrafya bütünlüğünü tehdit etmeye başlamıştır.
Bu sebeple, günümüz güvenlik bileşenlerinin ikinci temel unsuru ise nüfus bütünlüğüdür. Bu doğrultuda yapılacak bir durum analizi ile kültür nüfus etkileşimi masaya yatırılmalı ve bu noktadan ortaya çıkan güvenlik açıkları kapatılmalıdır.
Coğrafya Dönüşümleri
Coğrafya değişimi, siyasal sınırlarla alakalıdır. Jeopolitiğin kültür-nüfus unsurları arasındaki etkileşim, zincirleme olarak coğrafyaya yansımaktadır.
Türkiye’de, devlet, kültür ve nüfus etkileşimi, coğrafya bütünlüğünü korumaktan uzaktır ve bilakis bölünme sürecini beslemektedir.
Bu asimetrik bir tehdittir ve yanlış ve yönlendirilen kültür politikalarının kaçınılmaz bir sonucudur.
Yapılacak durum analizi ile mevcut durum tanımlanmalı ve milli güvenlik ve savunma sistemi, kültür-nüfus-coğrafya etkileşimini dikkate alan bir özellikte yeniden yapılandırılmalıdır.
Tehdit Dönüşümleri
Güvenliğin askeri boyutu ile birlikte, diplomasi, ekonomi, kültür, kamuoyu, bilgi sistemleri ve teknolojinin de ön plana çıkmasıyla, bütün bu alanlardan kaynaklanan risk ve tehditler çeşitlenmiş ve her biri birer güvenlik problemi bileşeni olarak ortaya çıkmıştır.
Günümüzde askeri özellikli güvenlik risk ve tehditlerinin yerini alan bu risk ve tehdit bileşenlerini sosyolojik, ekonomik ve teknolojik özellikli tehditler olarak tanımlamak kapsayıcı olacaktır.
Özellikle sosyolojik dinamikler, barış/dayanışma için de, istikrarsızlık için de kullanılabilmektedir. Bugün ülkelere gelen istikrarsızlıklar sosyolojik dinamikler üzerinden geliyor. Panzehiri ise, yine sosyolojik dinamiklerdir.
Yeni Tehditler ve Savaşlar
1890 Küreselleşmesinin temelinde, kolonici devletlerin kimlik siyaseti bulunmaktaydı. Bu kimlik siyasetinin simetrisi olarak, ulus kimliği temelinde yapılandırılan devletler, iki kutuplu bir sistem içinde dengelenmişti.
Soğuk savaş sonrası jeopolitik ortamda, asıl aktörler küresel şirketler olarak ortaya çıkmıştır. Küresel şirketler, büyük boy devletleri kendi stratejilerinin bir güç bileşeni olarak kullanmaktadırlar.
Temel strateji yine kültür/kimlik siyasetidir. Ancak, küreselleşme bağlamında ulus kimliği yerine ulus altı kimlikler merkeze alınmaktadır. Bu tür kimlik siyasetinin simetrisi ise, ulus altı kimlik dayanışmaları bağlamında yeni tehdit kaynağı yapıları sahneye çıkartmıştır. Bu olgu güvenlik alanına, ulus altı kimlikler arasında gerilimler ve çatışmalar olarak yansımıştır.
Kimlikler arası ilişkilerde değişim, alt kimlikler etrafında toplumsal çözülmeler olarak ortaya çıkmıştır. Kimlik merkezli bu tehditler, yine kimlik merkezli bir güvenlik algısını gerekli kılmaktadır. Etnik kimlikler ve dini alt kimlikler olarak ortaya çıkan yeni tehdit, başlangıçta dışlama ve ötekileştirme, son aşamada da her alanda tekel oluşturma ve yok etme karakteri kazanmaktadır. Sosyolojik sahada bu karaktere kavuşturulan kimlikler, daha sonra klasik savaş sahasına sürülmektedir.
Kaynağı sosyolojik saha olan bu tehditler, toplumların iç bütünlüğünü hedef almaktadır. Dolayısıyla, “iç bütünlük” yeni güvenlik yapılandırılmasında, bir güvenlik bileşeni olarak tanımlanmalı, güvenlik değeri olarak koruma altına alınarak geliştirilmelidir.
Kimlikleri ve kimlikler arası ilişkileri temelinden sarsan ve iç bütünlüğü yıkmaya yönelen bu tehditlerin arkasında bir irade ve strateji vardır.
Yeni güvenlik algısı, bu irade ve strateji bağlamında yeniden tanımlanmalı ve karşı bir fonksiyonel güvenlik stratejisi geliştirilmelidir.
Savaşlarda Doğa Dönüşümü
Günümüz harekat ortamında, üç kuvvetin müşterekliğinin ötesinde, gayri nizami harp, siber savaş, elektronik harp, uzaydan müdahale, kıtalararası hassas angajman, yüksek süratli insansız silah sistemleri ve her geçen gün gelişen KBRN (kimyasal-biyolojik-radyolojik-nükleer)teknikleri ile kitlelere yönelen saldırılar ve entegre-müşterek harekatlar harbin sonuçları bakımından belirleyici rol oynamaktadır.
Özellikle hibrit savaş gibi farklı askeri ve askeri olmayan yöntem ve usullerin birlikte, eşgüdüm içinde kullanıldığı yeni bir savaş türü ve ortamı ortaya çıkmıştır.
Kara, hava ve denizde sınırlardan itibaren savunma anlayışı sona ermiştir. Yeni ortamda, sınır kavramı da değişmiştir. Kültür, nüfus ve coğrafya sınırlarını aşan yeni tehditler ve güvenlik riskleri ortaya çıkmıştır.
Günümüz savaşlarının doğası, toplum bilim temellidir. Toplum bilim disiplinleri arası bir ortak akıl ile kurgulanan savaş denklemleri, sıklet merkezi sosyolojik alan hâkimiyetini temel alan bir doğaya sahiptir. Kara, hava ve deniz askeri platformları ve karma donanımlar, bu savaş türünün bileşenleri olarak yeni fonksiyonlar kazanmıştır. Savaşın güç faktörleri gittikçe çeşitlenmekte, ağırlık ve etki dereceleri değişkenlik arz etmektedir.
Gelinen noktada, savaşların doğasındaki bu değişim ve dönüşümleri dikkate alan bir durum analizi yapılması zorunludur. Çünkü değişen ve çeşitlenen risk ve tehditlere karşı, geleneksel güç unsurlarıyla güvenliği sağlamak artık mümkün bulunmamaktadır.
Güvenlik Risk ve Tehdit Kaynakları Dönüşümü
Güvenlik risk ve tehdit kaynakları, simetrik ve asimetrik olarak tasnif edilebilir.
Simetrik tehditler, aynı ortam ve çevredeki güçlerin karşı tarafın kendi cinsinden olan örneğin askeri güçleridir.
Asimetrik tehditler, öncelikle aynı ortam ve çevredeki güçlerin karşı tarafın kendi cinsinden olmayan gücüdür. İkinci olarak da, kendi bünyesinden gelen tehditlerdir.
Günümüz tehditleri, giderek asimetrik özellik taşımaya başlamıştır.
Asimetrik tehditlerin, soğuk savaş dönemi tanımı da değişmiştir. Geçmişte, nizami askeri güce karşı gayrinizamî olarak verilen karşılık olarak tanımlanan asimetrik tehditler, günümüzde, karşı tarafın yürüttüğü ve simetrisi bulunmayan tehditlerdir. İlerleyen bilgi ve teknoloji paralelinde gittikçe çeşitlenmektedir.
Bilincine varılmayan ve bu sebeple mukabele edilmeyen sosyolojik saldırılar, günümüzde en tipik asimetrik tehditler olarak ön plana çıkmıştır.
Asimetrik tehditler, toplumsal bütünlüğü sağlayan dayanışma dinamiklerini, kültürü, kimliği, nüfusu ve en son coğrafyayı hedef almaktadır. Silahı, toplumun bağışıklık sistemine, dayanışmasına atılan asimetrik bombalardır.
Netice olarak, adeta şirketleşmiş terör örgütleri ile enformatik kanallar, bunları kuran, eğiten, donatan, yöneten, yönlendiren, doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyenlerin asimetrik güçleri olarak karşımızda durmaktadır.
Güvenlik Risk ve Tehditleri Dönüşümü
Mevcut güvenlik risk algımız, içinde bulunduğumuz Jeopolitik ortamdaki aktörlerle olan askeri güç farkına dayanmaktadır.
Hâlbuki yoğun azınlıklar yaratma politikalarına maruz kaldığımız bir güvenlik riskleri ortamında bulunuyoruz.
Risk altındaki değer, kültür, nüfus ve coğrafya bütünlüğüdür.
Tehdit, kültürel bütünlükten, nüfus bütünlüğünden ve coğrafya bütünlüğünden yoksunlaştırma temelinde belirmektedir.
Bu anlamda, Türkiye çok tehlikeli toplumsal ve kurumsal güvenlik açıklarına sahiptir.
Asıl risk, karşı karşıya olduğumuz güvenlik risklerinin farkında olmamak ve fonksiyonel güvenlik bileşenleri geliştirmek bir yana, yanlış politikalar ile tehdit bileşenlerini tersten beslemektir.
Güvenlik risk algımızı bu yeni tehdit bileşenlerini de kapsayacak şekilde düzelttiğimizde, askeri güç kıyaslamasına dayalı risk algımız da daha sağlıklı bir boyut kazanacaktır.
Zorlayıcı Şartlar Dönüşümü
Türkiye, küresel şirketlerin ve bu şirketler tarafından kullanılan devletlerin çıkarlarının kesiştiği, kendi aralarında ele geçirme ve paylaşım çatışmasının yaşandığı bir kültürün, nüfusun ve coğrafyanın tam ortasında bulunmaktadır.
Türkiye mevcut Jeopolitik ortamdaki aktörlerle güç ve strateji asimetrisinden kaynaklanan güvenlik riskleri ile karşı karşıyadır.
Türkiye’nin milli güç kapasitesi, bu risk ve tehdit kaynaklarına karşı koymada tam anlamı ile kullanılmamaktadır.
Bu sebeple, Türkiye soğuk savaş dönemindeki zorlayıcı şartlar gereği, küresel kamplar dengesi içinde, devlet ve sınır bütünlüğünün korunması amaçlı olarak NATO şemsiyesi içinde yer almıştır.
Yeni ortamda zorlayıcı şartlar dönüşmüştür ve Türkiye’nin güvenlik bileşenleri arasında fonksiyonel bir güvenlik ittifakı bileşeni önem kazanmış bulunmaktadır.
Güvenlik İttifakları Dönüşümü
Yeni nesil güvenlik tehditlerinin doğası ve kapasitesi, etkili bir uluslararası güvenlik ittifakını gerekli kılmaktadır.
Yeni zorlayıcı şartlar, küresel ve bölgesel ölçekte, salt güvenlik amaçlı, işbirliği ve güvenlik mimarilerini gündeme getirmiştir.
Soğuk Savaş dönemi güvenlik ittifakı atıl kalmış bulunmaktadır. Türkiye, mevcut sözde güvenlik entegrasyonları içinde güvenli bir konumda değildir.
NATO, bu güvenceyi sağlamaktan uzaktır. Çünkü Türkiye giderek, NATO’nun merkez ülkesi olan ABD politikalarının hedefi altına girmektedir. Türkiye açısından NATO’nun anlamı her geçen gün değişmektedir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde, Türkiye, yeni bir güvenlik ittifakı kurucu aktörü olma veya devlet ve sınır bütünlüğünü güvenceye alacak fonksiyonel bir ittifak içinde yer alma noktasında çok ağır zorlayıcı şartlarla karşı karşıyadır.
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu ağır zorlayıcı şartlar karşısında en temel güvenlik bileşeni, bizatihi kendi toplumsal bünyesinin, dayanışmasının azami derecede güçlendirilmesi olacaktır. Çünkü Türkiye yeni jeopolitik ortamda barınabilmek için, birinci öncelik olarak kendi iç bütünlüğünü sağlayıcı ve güçlendirici dinamikleri en üst düzeyde aktive etmek zorunadır.
Kendi sosyolojik ve politik gücünü birleştirmiş bir Türkiye, kültür, nüfus ve coğrafya unsurlarını dikkate alarak, kendi ittifak yeteneğini sınır ötesine taşıyıp, ulus üstü bölgesel bir güvenlik dayanışmasını inşaya öncülük edebilecektir.
Böylece Türkiye, güç ve teknoloji tabanlı Batı jeopolitiğine karşı, ortak kültür, nüfus, coğrafya etkileşimi tabanlı bir jeogüvenlik sistemi oluşturabilecektir. Güvenlik temelinde oluşacak böyle bir ittifak, giderek ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel kodlarla daha kapsamlı bir entegrasyona dönüşebilecektir.
SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE GÜVENLİK ALGISI
Soğuk Savaş sonrası dönemde küreselleşme sürecinin itici gücüyle tehdit olgusunda niceliksel bir artış, niteliksel boyutta bir çeşitlenme meydana gelmiştir. Bu yeni dönemde öncelikle askeri olduğu kadar ekonomik, sosyal, dini ya da kültürel, ideolojik, çevresel, toplumsal ve sağlıkla ilgili yeni tehdit unsurları ortaya çıkmıştır.
Ayrıca tehdit tek boyutlu, devletten devlete olma klasik konumundan çıkmış, asimetrik ve çok boyutlu olduğu bir konuma ulaşmıştır. Böylece risk ve tehditlerin kaynağının, zamanının ve şeklinin değiştiği, bunun da mücadele alanlarını değiştirdiği bir tehdit ortamı oluşmuştur.
Tehdit ortamı ve çevresel faktörler, konvansiyonel anlamda savunmaya dayalı statik, simetrik ve sert güç odaklı karşı koyma yöntemlerinden ziyade, en geniş anlamda güvenliğe dayalı değişken, simetrik ve asimetrik kuvvetlerin birlikte kullanımını öngören sert ve yumuşak güç unsurlarını içeren bir yöntem gerektirmektedir.
Tehdit olgusunda meydana gelen bu çok boyutlu dönüşümle birlikte, güvenlik kavramının, salt devleti özne olarak kabul eden, sınır ötesinden kaynaklanan, karşılığı askeri nitelikli olan geleneksel tanımlaması yetersiz kalmıştır.
Günümüzde, içeriden kaynaklı, dışarıdan destekli ve doğası sosyolojik ağırlıklı olan asimetrik tehditler ön plandadır ve güvenlik algısının da bu doğrultuda oluşturulması gerekmektedir.
Yeni güvenlik tehditleri, güvenlik değerlerini de değiştirmiştir. Tehditlerin yöneldiği hedefler, güvenlik yapılanmasını, hedeften geriye doğru planlamayı gerekli kılmakta ve güvenliği sağlanacak değerin doğasına uygun koruyucu savunma ve güvenlik sistemi geliştirilmesi gerekli bulunmaktadır. Bu durum, güvenlik kurumlarını da çeşitlendirmekte, bütünlükçü bir sistem yapısı ve sitemin paydaşları arasındaki eşgüdüm ve koordinasyon, güvenlik yapılandırılmasını disiplinler arası ve dolayısıyla da kurumlar arası bir boyutta ele almayı şart kılmaktadır.
Soğuk savaş sonrası tehdit ortamı, farklı alanlardan başlayıp, en son askeri boyuta evirilen bir özelliktedir. Soğuk Savaş Dönemi güvenlik tehditleri bağlamında yapılandırılmış güvenlik sistemi, askeri boyut öncesi alanlarda büyük güvenlik açıklarına yol açmıştır. Bu açıklardan gelen tehditlerin askeri boyutta önlenmesi ve bertarafı da çok zor, yıpratıcı ve maliyetli olacaktır.
Günümüzde sosyal bilimlerden bağımsız bir güvenlik sistemi yapılandırılması mümkün bulunmamaktadır.
Bu çerçevede başta silahlı kuvvetler olmak üzere, disiplinler ve kurumlar arası güvenlik bileşenlerinin ve hatta bölgesel ve küresel boyuttaki güvenlik bileşenlerinin müşterekliğini sağlayıcı bir milli güvenlik sistemi geliştirilmesi ihtiyacı doğmuştur.
TÜRKİYE’NİN DEĞİŞEN GÜVENLİK ORTAMI VE YENİ DÖNEM
Mevcut Ortam Analizi
Türkiye, çok kaynaklı, çok bileşenli bir tehdit ortamında bulunmaktadır.
Yapılacak güvenlik ortamı analizi, hem tehdit ortamının hem de güvenlik ortamının tanımlanmasını sağlayacaktır.
Mevcut Durum Analizi
Türkiye’nin milli güvenlik ve savunma sistemi, içinde bulunduğumuz tehdit ortamına ve milli ihtiyaca cevap verebilecek bir kapasitede değildir.
Bunun temel sebebi, soğuk savaş sonrası ortaya çıkan yeni tür ve çok sayıda tehdit bileşenlerinin oluşturduğu güvenlik risklerine, soğuk savaş dönemi klasik tehditler bağlamında yapılandırılmış güvenlik anlayışı ile karşı konulmaya çalışılmasıdır.
Yeni tehditler bağlamında bir durum analizi yapılarak, mevcut güvenlik sisteminin adaptasyonu ve bu tehditlerin ortaya çıkardığı yeni güvenlik bileşenlerinin sisteme fonksiyonel bir biçimde dâhil edilmesi kaçınılmazdır.
Yetenek Durum Analizi
Soğuk savaş sonrasında birçok devletin güvenlik konsepti savunmayı öngören tehditlere dayalı stratejik düşünceden, güvenliğe ve risklere dayalı stratejik düşünceye dönüşmüştür. Bu dönüşümün doğurduğu riskler ve ihtiyaçlar da, yetenek bileşenlerini artırmıştır.
Özellikle sınır tanımayan, yumuşak güç saldırıları, hibrid saldırılar, terörizm, siber saldırılar, ekonomik saldırılar ve balistik füze tehdidi, ülke güvenliğinin sağlanmasında coğrafi sınırlara bağlı olmayan risk ve tehditleri dikkate alan senaryolara dayalı yetenek tabanlı savunma planlaması anlayışını zorunlu kılmaktadır.
Bu bağlamda, küresel, bölgesel ve bünyesel tehdit ve yetenek odaklı savunma ve güvenlik bileşenleri konusunda durum analizi yapılması gereklidir.
Yetenek analizinin ana konularından birisi ve en önemlisi, en uzun zaman alan ve bu nedenle de en önce başlatılması gereken nitelikli insan gücü oluşturulması, insan unsurunun yetenek oluşturma/geliştirme faaliyetidir. Kısaca, milli güvenliğimizin ana unsuru eğitim sistemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı çok katmanlı ve çok boyutlu tehdit ortamını sağlıklı bir şekilde analiz edecek, fırsat ve ihtiyaçları tespit edebilecek, mukabil planlama ve politika geliştirme süreçlerini yönetebilecek insan kaynaklarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun için de ulusal savunma ve güvenlik meselelerini disiplinler arası bir yaklaşımla ele alabilecek askeri ve sivil uzman kaynağının süratle geliştirilmesi gerekmektedir.
Yetenek analizinin ana konularından bir diğeri de, bütünlükçü savunma ve güvenlik yönetimi yaklaşımıdır. Ülke çapında savunma ve güvenlik kurumlarının bütün bileşenleri düzeyinde, kurumlar arası yeteneklerin milli güvenlik ve savunmayı destekleyecek şekilde geliştirilip, güncellenmesi ve organizasyonudur.
Yetenek durum analizinde:
Ø Senaryo çalışmaları yapılmalıdır.
Ø Hedef ve etki düzeyleri oluşturulmalıdır.
Ø Simetri ve asimetri düzeyleri belirlenmelidir.
Ø Bizim mevcut yeteneklerimiz ile tehdit kaynakları bileşenlerinin her birinin bizim yeteneklerimiz cinsinden olan simetrik yeteneklerinin karşılaştırılması, nasıl üstün seviyeye getirileceği;
Ø Aynı şekilde, karşı tarafın bize yönelik asimetrik yetenekleri, bu yetenekler karşısında simetri oluşturacak yeteneklerin neler olduğu ve nasıl geliştirileceği;
Ø Bizim karşı tarafın yetenekleri cinsinden olmayan ne gibi asimetrik yeteneklerimiz bulunduğu ve bu yeteneklerin, asimetrik özelliğinin nasıl korunarak daha da artırılacağı tespit edilmelidir.
Yetenek karşılaştırmasında, askeri yetenekler, teknolojik yetenekler, sosyo-kültürel yetenekler, sosyo-politik yetenekler, sosyo-psikolojik yetenekler, sosyo-teknolojik yetenekler belirlenmelidir.
Yapılan bu durum analizi ile varılan sonuçlara göre politik, sosyolojik, askeri, teknolojik, stratejik, taktik ve operatif seviyelerde yetenek geliştirme vazifesi tanımlanmalıdır.
Sosyolojik Süreç Durum Analizi
Her savaşın bir sosyolojisi vardır. Her sosyolojinin de bir savaşı vardır. Savaşın sosyolojik sahası var. Bir ordunun hangi sosyolojinin uzantısı/temsilcisi olarak sahada bulunduğu hayati öneme sahiptir.
Türkiye ve çevresindeki hâlihazır sosyolojik süreç, kim tarafından ve hangi stratejik bağlamda yönetiliyor?
Türkiye, 1890 küreselleşmesinin yol açtığı ve Osmanlı’dan bu yana cereyan eden bir sosyolojik süreç dâhilinde ilerlemektedir. Bu süreç, ulus üstü dayanışma bağlamında yapılanmış Osmanlı’yı ulus dayanışması bağlamında çözmüş ve dağıtmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti de, ulus bağlamlı bir devlet olarak yapılandırılmıştır. Toplumun kimlik bileşenleri ile ahenkli ve barışık olmayan devlet yapılanması, kısa vadede toplum-devlet çatışması, orta vadede ise toplum kesimleri arası kültür, nüfus ve coğrafya ayrışma gerilimleri olarak ilerleyen bir sosyolojik sürece yol açmıştır.Bu siyasi ve sosyolojik ortam, stratejisini farklı kimlikler üzerinden yürüten küresel ve bölgesel güçlere çok fonksiyonel politika seçenekleri sunmuştur.
Soğuk savaş döneminde Türkiye sıcak bir savaş tehdidine karşı kendini güvende hissederken, sosyolojik süreç, ABD ve AB tarafından temel hak ve özgürlükler, kültürel haklar adı altında daha da beslenmiş ve artık Türkiye bizatihi kendi bünyesinden gelen güvenlik tehditleri ile karşı karşıya kalmıştır.
Mevcut eğitim ve güvenlik politikaları, ulusal ideoloji ve söylemleri ile Türkiye toplumu kimliğini gittikçe heterojen bir yapıya doğru götürmüştür. Farklı etnik ve dinsel kimlikler arasında birlik oluşturan ortak paydalar temelinde bir sosyolojik güvenlik sistemi hiçbir zaman düşünülmemiştir. Halen de bu hususta fonksiyonel bir güvenlik bileşeni ihtiyacı duyulmamaktadır. Sosyolojik süreç, kötü huylu etnik ve dinsel kimlik sapmalarını beslemektedir.
Soğuk savaş dönemi güvenlik tehditleri bağlamında yapılandırılan güvenlik sistemi, soğuk savaş sonrasında bu bağlamını yitirdiği için, eski bağlamda yapılan güvenlik yatırımları, fiziki görünümlü tehditlere karşı fonksiyonel olsa da, fiziki görünümlü olmayan sosyolojik tehditlere karşı fonksiyonel değildir.
Bugün Türkiye, güvenlik tehdidi boyutu kazanan heterojen bir sosyolojik yapıyı bir arada tutabilme ve sürdürebilme kabiliyetine endeksli bir güvenlik problemi ile karşı karşıyadır.
Tehdit, sosyolojik tehdittir ve güvenlik sistemi, farklı kimlikleri bir arada tutan ortak paydalar temelinde sosyolojik bir güvenlik bileşenini devreye sokarak, bu güvenlik bileşeni doğrultusunda özellikle eğitim ve diyanet kurumlarının yeniden yapılandırılması, mevcut sosyolojik süreci dönüştürerek iyileştirecek bir etki sistemi oluşturulması hayati bir zorunluluk halini almıştır.
Askeri teknolojik Yetenek ve Durum Analizi
Türkiye’nin milli güvenlik ve savunma bileşenlerinden birisi de, askeri yapı ve bu yapının teknolojik yetenek seviyesidir. TSK, son yıllara kadar ve halen kısmi olmak üzere, içinde bulunduğu askeri tehdit ortamındaki kendi cinsinden güçlere kıyasla yeterli düzeyde milli bir güç konumu kazanamamıştır.
1952 yılında NATO’ya tam üye olması ile birlikte savunma ve güvenlik mekanizmasını ittifaka bütünüyle entegre eden Türkiye, öncelikli tehdit kaynağı olan Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’na karşı NATO’nun şemsiyesi altında bir güvenlik stratejisi izlemiştir. Milli güvenlik ve savunma ihtiyaçlarının tanımlanma, planlanma ve inşa süreçleri genelde NATO, özelde ise Amerika Birleşik Devletleri yönetim ve denetiminde yürütülmüştür.
Türkiye, gerek Kıbrıs Barış Harekâtından sonra karşılaştığı silah ambargosu ve gerekse terörle mücadelede ihtiyaç duyduğu istihbarat, teknolojik bilgi ve araçların temininde dışa bağımlı bir yapının sakıncalarını ve yarattığı riskleri değerlendirerek milli savunma sanayinin önemini idrak etmiştir. Ancak birçok silah sistem ve platformunun geliştirilmesinde milli imkânlardan istifade edilmesine rağmen, halen dışa bağımlılık önemli ölçüde devam etmektedir.
Yapılacak askeri ve teknolojik durum analizi ile yeni tehditlere karşılık verebilmek için, savunma planlaması kapsamında askeri ve teknolojik yetenek ihtiyaçlarımızın belirlenmesi ve fonksiyonel bir sisteme kavuşturulması gereklidir.
YENİ DÖNEMDE MİLLİ GÜVENLİK HEDEFLERİ
Güvenlik bağlamında milli hedef, bağımsız bir milli güvenlik ve savunma sisteminin yapılandırılması olmalıdır.
Yapılacak hedef analizi ile bağımsız, milli bir güvenlik ve savunma sisteminin bütün bileşenleri belirlenmeli, adaptasyonlar, reformlar, yeniden yapılandırmalar kısa, orta ve uzun vadeli ve süreç odaklı olarak gerçekleştirilmelidir.
Milli hedefler, kültür, nüfus ve coğrafya etkileşimi bağlamında ele alınmalıdır. Çünkü sosyolojik yapı-güvenlik ilişkisi, güvenlik boyutlu milli hedeflerin tespit ve değerlendirilmesinde stratejik öneme sahiptir.
15 Temmuz’da yaşadığımız vahim ihanet, bütün diğer milli güç unsurlarına sıfır çarpan ve hatta eksi çarpan etkisi yapmıştır. Bu vahim olay, milli hedeflerin en fonksiyonel unsurunun insan unsuru olduğu hususunda somut bir göstergedir.
Güvenlik boyutlu milli hedefler, öncelikli olarak kültür bütünlüğünün, nüfus bütünlüğünün, coğrafya bütünlüğünün korunması, sürekliliği ve toplumun bu üç bütünlüğüne yönelik saldırılara karşı toplumsal bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi temelinde belirlenmelidir.
Kültür, Nüfus, Coğrafya Bütünlüğünün Korunması
Kültür bütünlüğünün korunması, kültürün ve dolayısıyla da toplumdaki kimliklerin tek tipleştirilmesi değildir. Tek tipleştirme ile bütünleşme arasında fark vardır.
Çözülme, toplum bünyesinde mevcut bulunan ve esasen birer toplumsal yapı bileşeni olan kültür, inanç ve kimlik yapılarının aralarındaki ahenk ve uyumun; dolayısıyla da bütünleşmenin bozulmasıdır.
Bütün desenleri ile kültür bütünlüğünün korunması, toplumun müştereklerinin yaygınlaştırılması ve bu ortak paydalar etrafında dayanışmanın inşasıdır.
Tek tipleşme çatışma üretir ve bunun ekonomik ve sosyal boyutta yol açtığı ve açacağı yıkımların; buna bedel, bütünleşmenin sağladığı dayanışma ile ortaya çıkan ekonomik ve sosyal faydaların bilincine yol açacak bir üst kimlik temelli dayanışma algısı inşa edilmelidir.
YENİ DÖNEMDE MİLLİ STRATEJİ
Milli strateji, milli hedefler üzerine bina edilecek ve politik seviyede belirlenecek bir olgudur. Politik seviyede, milli strateji belirlendikten sonradır ki, stratejik seviyede millî savunma ve güvenlik sistemi yeniden yapılandırılabilecektir.
Milli strateji, jeopolitik seviyede, jeokültürel seviyede, sosyolojik seviyede, kurumsal seviyede, askeri, teknolojik, taktik ve operatif seviyelerde çok boyutlu bir ihtiyaç ve yetenek tespitini gerekli kılmaktadır.
Jeopolitik seviyede cevaplanması gereken temel soru şudur: Türkiye bağımsız jeopolitik bir güç mü olacak; bölge içi veya dışı bir jeopolitik gücün nesnesi veya kenar ülkesi mi olacak?
Türkiye’nin ulusal savunma ve güvenlik strateji ve politikalarının esasını, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) adlı doküman oluşturmaktadır.
MGSB’nin kamuoyuna yansıyan muhtevasına göre, Türkiye’nin Milli Stratejisi, tehdit ve güvenlik bileşenlerini somut bir çerçeve altına almış değildir.
Bu nedenle, tehditler ve yol açtığı güvenlik ihtiyaçları daha çok geleneksel güvenlik anlayışı esas alınarak tanımlanmaktadır.
Mevcut milli stratejinin fonksiyonel olmadığı, tezahürleri ile ortaya çıkmıştır. Bütün bileşenleri ile tehdit ve güvenlik ortamının yeniden tanımlanarak, milli bir strateji oluşturulması kaçınılmazdır.
Milli strateji oluşturmanın önemli bağlamlarından birisi, tehdit stratejidir. Tehdit strateji tanımlanmadan, milli strateji geliştirilemez.
Tehdit Strateji
Spontane görünümlü etnik ve radikal akımlar, gerçekte arkasında bir irade ve strateji olan akımlardır.
Söz konusu bu strateji, salt askeri olmayan; kültür, kimlik ve coğrafya etkileşimi kullanılarak tasarlanan toplum bilim tabanlı asimetrik bir toplum mühendisliği süreç yönetimidir.
Tehdit strateji, yapı bozum amaçları olan bir stratejidir. Hedefindeki toplumun dayanışma kodlarını bozar. Kimlik fay hatlarına gerilim yükleyen bir stratejidir.
Tehdit stratejinin özü, “kimliğe karşı kimlik” stratejisidir. Etnik kimliğe karşı bir başka etnik kimlik; bir mezhepsel kimliğe karşı bir başka mezhepsel kimlik v.b.
Doğası sosyolojik olan bu süreçte, toplumdaki doğal halde olan çatışmacı/dayanışmacı damarlara planlı bir strateji dâhilinde müdahale ediliyor. Siyasi sınırları değiştirmeye yönelik etnisiteye ve mezheplere referanslı yeni kimlikler tanımlanıyor. Bu kimlikler olabildiğince çeşitlendiriliyor ve operasyonel amaçlara uygun bir forma kavuşturuluyor. Böylece, kültür, nüfus ve coğrafya mozaikleştiriliyor. Yani tek tek hiçbir jeopolitik etkinliği olmayan parçalarına ayrılıyor. Böylece toplumun bileşik gücü dağıtılıyor.
Türkiye, Osmanlı’nın 1800’lü yıllarından itibaren yönetilen bu sosyolojik müdahale stratejisinin en güncel ve merkezi hedefi arasında bulunuyor. Türkiye’de mevcut tehdit bileşenlerinden akut çatışmaya ve bölünmeye götürecek potansiyele sahip iki ana tehdit olan etnik/dini görünümlü tehdidin kaynağı bu stratejidir.
Tehdit stratejinin etki sistemi nedir?
Tehdit stratejinin bilgi tabanını, Avrupa-Batı oryantalizminin ürettiği literatür oluşturur. Bütün dünya üniversiteleri, ülkemiz de dahil, bu literatür çerçevesinde eğitim verir. Oryantalist toplum bilimciler, Türkiye ve İslam Dünyasını çok disiplinli olarak masaya yatırmış, dayanışmacı ve çatışmacı bütün alanlarını derinlemesine analiz ederek, elde ettiği tarihsel ve güncel saha verilerini Batılı stratejistlere ve politikacılara sunmuşlardır.
Tehdit strateji iki temel etkiyi oluşturmak üzere tasarlanmıştır: Ayrıştırma ve önleme…
Bir arazi düşünelim. Bu arazinin daha fazla mülkiyetlere parselasyonu ile tarım değerinin sıfırlanması gibi, kültür, nüfus ve coğrafyanın parselasyonu da, o kültür, nüfus ve coğrafyanın jeopolitik güç değerini sıfırlayacaktır. Tehdit strateji, öncelikle ayrıştırma, ötekileştirme, çatışma etkisi doğurur.
Batılı, doğulu ve bölgesel güçler, makro kimlikler temelindeki kendi jeopolitik kapasitelerine meydan okuyacak büyük boy jeopolitik kapasitesi bulunan kültür, nüfus ve coğrafya etkileşimlerini önleyici strateji izlemektedir. Taktik ise, mikro kimlikleri baskın hale getirmektir.
Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında yaşanan olaylar, Ortadoğu’ya yönelik stratejinin aynı paket programının bir parçası olarak tezahür etmektedir. Sahnedeki etnik ve dini görünümlü çok farklı örgütler, bu programın ana unsurları olarak tasarlanmıştır. Bu tehditler, iç tehdit olarak algılanmakta, medeniyet içi çatışma veya İslam’a karşı İslam olarak tanımlanmaktadır.
Hiçbir olay tesadüfî değildir. Her olayın arkasında bir irade ve strateji vardır. Bu irade ve stratejiyi deşifre edemeyenler, onun bir parçası olurlar. Türkiye, bu asimetrik tehdidi, bütün bileşenleri ile ve çözümü de içeren tanımlayıcı bir kavram arayışı içindedir. Asimetrik savaş, hibrit savaş, siber savaş ve dördüncü nesil savaş gibi tanımlamalar, fotoğrafın bütününe ulaşma çabalarının birer tezahürüdür.
Temel sorun, tanımlamaya çalıştığımız tehdit strateji ile değil, tezahürleri ile mücadele edilmesidir. Somut olay bağlamında açıklayacak olursak; Türkiye’nin örneğin DEAŞ, PKK ve FETÖ ile mücadelesi, sadece terör örgütü elemanlarını yok etme ve eylemlerini önleme hedefine değil; örgütü besleyen felsefenin ve örgüte taban oluşturan sosyolojik zeminlerin ortadan kaldırılması ile mümkün olacaktır. Kritik nokta burasıdır ve bu noktada mukabil bir jeopolitik üretemeyen Türkiye ve İslam Dünyası etnik ve mezhepsel jeopolitik ile bloke edilmiştir.
Mukabil Strateji
Tehdit strateji tanımlanmadıkça, yapılan mücadele, sadece bu stratejinin ürettiği olaylara, semptomlara müdahale ile sınırlı kalacaktır. Bu sebeple, fonksiyonel bir mücadele, tehdit stratejinin tanımlanması ile başlar. Bugüne kadar “iç tehdit” olarak indirgemeci tanımlar yapılmıştır. Bu tanımlama, mücadele yöntemlerini de indirgemeci bir anlayışa mahkûm etmiştir.
Oysa yeni tehditlerin doğası, çok bileşenlidir ve tehdidin ve kaynağının bütün bileşenleri ile tanımlanması gerekir. Bu yapıldığında, karşı karşıya bulunduğumuz tehdidin kaynağında bir strateji bulunduğu anlaşılacak ve tehdit kaynağı bileşenleri arasında “dış boyut” da görülecektir.
Tehdit strateji dış boyut kaynaklıdır. Ancak bütün malzemesi, iç boyuttadır. Dolayısıyla, istismara açık toplum ve toplumdaki bütün istismar alanları, tehdidin iç bileşenidir. Tehdidin iç bileşenine karşı gerçekleştirilecek mukabele, tehdit stratejiye karşı toplumun bağışıklık sistemini güçlendirmek olmalıdır.
Bu temelde bir karşı strateji oluşturulması, tehdit stratejinin jeopolitiğini tanımlamakla mümkün olacaktır. Tehdit strateji, kendi jeopolitiğini bertaraf edecek veya dengeleyecek mukabil ve potansiyel jeopolitik olguları öngörerek, ortadan kaldırılması ve önlenmesi stratejisi izlediğine göre, karşı strateji de aynı stratejinin tersten inşası olacaktır. Kültür, nüfus ve coğrafya etkileşimini temel alan bir karşı strateji geliştirilmelidir.
Bu karşı stratejinin temelindeki kültür, nüfus ve coğrafya hakkında oluşturulan ideolojik ön yargılar, tehdit stratejinin önleyici taktiği olarak değerlendirilmelidir. Uzun yıllardır, Türkiye’de toplumun ortak paydalarını, kimlik bileşenlerini, iç tehdit olarak algılayan ve dışlayan ideolojik güvenlik anlayışı, milli bir anlayış değildir.
Güvenlik tehditlerini, ideolojik okumalarla belirleyen geleneksel anlayış, güvenlik boyutunda milli hedeflerden gittikçe uzaklaşan bir etki yapmıştır. Çünkü ideolojik tehdit tanımlamaları, yanlış bir güvenlik kültürü oluşmasına yol açmıştır. Toplumun bütün kesimleri ile bütünleşmiş ve bütün bu kesimlerin hukukunun güvencesi olmayan bir devlet, herkesin devleti olamayacağı için, kendi toplumsal bünyemizde istismar alanları açarak, bizatihi kendi kendisine risk ve tehdit haline gelmiştir.
Bir toplumun ortak kültürünü, üst kimliğini dışlayan bir güvenlik anlayışı, yerli, kökü içerde bir anlayış olamaz. Ortak kültürü dışlayan, nüfus bütünlüğünü bozar. Nüfus bütünlüğünü bozan bir anlayış, coğrafya bütünlüğünü bozma amacına yönelik tehdit stratejinin bir uzantısıdır ve aslında tehdidin iç bileşenlerinden en riskli olanı bu anlayıştır. Çünkü asimetriktir.
Tehdit stratejinin inşa ettiği çatışmacı yapının iyileştirilmesinde, çatışmanın odağındaki konu ile ilgili algı ve tutumların değiştirilmesi zorunludur. PKK, DAEŞ ve FETÖ gibi aynı kaynaktan destekli örgütler, hangi algı odağında motive ediliyor? Bu algının yıkılması gerekir. Bu yanlış algıların toplumsal tabanda yer bulmasının önlenmesi gerekir. Etnik ve dinsel kaynaklı yanlış algılarla, etnik ve dinsel kimlikler dışlanarak mücadele edilmez. Bilakis, bu dışlama tehdit stratejiye istismar alanı açar. Bu kimliklerin istismarının önlenmesi, dışlanarak değil, asliyetinin, doğrusunun ortaya konulması ile mümkündür.
Tehdit stratejinin ürettiği mevcut güvenlik risklerinin bertaraf edilmesi için, bu risklere karşı toplumsal ve kurumsal açıkların kapatılması, etnik ve dinsel alt kimliklerin istismar alanlarının iyileştirilmesi, heterojen toplum yapılarını bir arada tutabilme ve sürdürebilme yeteneklerinin azami derecede geliştirilmesi şarttır.
Mukabil strateji, birlik ve bütünlüğün taşıyıcı kültürü, taşıyıcı nüfusu üzerine inşa edilmelidir. Ortak payda temelli bir kültür tabanı, ortak payda temelli bir nüfus tabanı oluşturacak, bu da coğrafya bütünlüğünün devamını ve güçlenmesini sağlayacaktır.
Mevcut durumun kaynaklandığı kültür, nüfus ve coğrafya etkileşimi nasıl gerçekleşmektedir. Bu etkileşim ile güvenlik arasında nasıl bir ilişki vardır? Mukabil strateji inşasında, jeopolitik unsurlar bağlamında kapsamlı ve disiplinler arası bir durum muhakemesi yapılmalıdır.
CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNDE MİLLİ GÜVENLİK REFORMU
Günümüzde güvenlik ve savunma ihtiyaçlarının ve yeteneklerinin keyfiyet ve kemiyet itibariyle çeşitlenmesi, milli güvenlik ve savunma yönetiminin bütünleştirilmesi temelli bir reform ihtiyacını doğurmuştur.
Milli güvenlik ve savunma yönetiminin bütünlüğü, bir hiyerarşi ve denetim meselesi değil, esas olarak, yeni güvenlik tehditlerinin bütün bileşenleri ile tanımlanması ve bütün bileşenleri kapsayan bir güvenlik ve savunma sistemi oluşturulmasının bir gereğidir.
Doğru, fonksiyonel, güncel ve gelecek bağlamında tutarlı bir milli güvenlik ve savunma sistemi geliştirmek, ilgili kurumlar arasında yoğun, nitelikli, uzmanlık ve süreç odaklı işbirliğini gerekli kılmaktadır.
Örneğin, NATO’nun “stratejik iletişim” temelli bir politikayı esas aldığı düşünüldüğünde, öncelikle kurumlar arası stratejik iletişimi temel alan bir konsept geliştirilmesi şarttır.
Disiplinler ve Kurumlar Arası Milli Güvenlik ve Savunma Stratejisi
Soğuk savaş döneminin ideolojik temelli ve çift kutuplu ortamında ulusal güvenlik ve savunma ihtiyaçları, askeri yetenek odaklı olarak tanımlanmaktaydı. Bu durumun bir yansıması olarak Türkiye’de ulusal güvenlik ve savunma sistemi büyük ölçüde askeri bürokrasinin denetim ve yönetiminde şekillenmişti.
Mevcut güvenlik ortamı, çok bileşenli tehdit kaynakları ve çok bileşenli tehditler tarafından manipüle ediliyor. Askeri mukabele ise, merkezi değil, tamamlayıcı fonksiyonu ile bir tehdit veya güvenlik bileşeni haline gelmiş bulunuyor.
Tehdidin askerileşmesinden önceki safhaları ve tehdit bileşenlerini göremeyen bir savunma ve güvenlik anlayışı fonksiyonel olmak bir yana, tersten ve beklenilmeyen etkilere de yol açacaktır.
Teknolojinin, ekonomik ve sosyokültürel etkenlerin etkisiyle hızla değişen tehdit ortamı ve evrilen savaş, güvenlik ve savunma stratejisinin planlamasında sadece askeri-teknik uzmanlığın değil aynı zamanda ekonomi, siyaset bilimi, sosyoloji, sosyal psikoloji gibi birçok farklı disiplinin denkleme katılmasını zorunlu kılmıştır.
Daha yalın bir ifade ile savunma planlaması sadece askeri bir mesele olmaktan çıkmış, disiplinler arası bir konuya dönüşmüştür.
Mevcut tehdit ortamını bir buzdağına benzetirsek, bu buzdağının altında, disiplinler arası bir strateji vardır.
Buzdağının görünün kısmı ise, hibrit örgütler, sahadaki ve çevredeki somut ve askeri güç yapılarıdır.
Milli güvenlik ve savunma stratejisi, buzdağının bu görünmeyen bölümü tanımlanarak, bu tanım üzerinden savunma ve güvenlik ihtiyaç ve yeteneklerinin belirlenmesi ile inşa edilebilir.
Bu tanımlamalar salt cari ve konjonktürel ölçekte değil, yakın, orta ve uzun vadeli ölçekte yapılmalıdır.
Gerek buzdağının görünmeyen büyük gövdesini oluşturan disiplinler arası tehdit stratejinin ve oluşturduğu tehdit bileşenlerinin tanımlanması ve gerekse bu stratejiye fonksiyonel bir mukabele stratejisinin geliştirilmesi için mevcut imkân ve kabiliyet durumunun, ihtiyaçların ve yeni yeteneklerin bütün bileşenlerinin belirlenmesi, disiplinler arası ve kurumlar arası bir istişare ile mümkün olacaktır.
Günümüz güvenlik ihtiyaçlarının belirlenmesinde ve giderilmesinde, sivil-asker ilişkileri aralarındaki işbirliği, sosyoloji, siyaset bilimi ve dolayısıyla da bu alan uzmanları temel unsurlar haline gelmiştir.
Yeni Ortamda Milli Güvenlik ve Savunma Kurumları
İçinde bulunduğumuz jeopolitik ortamın zorlayıcı şartları, milli güvenlik ve savunma reformunu hayati bir ihtiyaç haline getirmiştir.
Milli güvenlik ve savunma ihtiyacının, disiplinler arası bir platformda derinlemesine ele alınması, aynı zamanda kurumlar arası bir platformu da gerekli kılmaktadır. Günümüzde hiçbir kurum ve hiçbir toplumsal yapı, güvenlik alanının dışında değildir.
Yeni güvenlik ortamında, sadece askeri yetenekler değil, kurumsal yetenekler ve toplumsal yetenekler de hayati birer ihtiyaç ve güvenlik bileşeni haline gelmiştir.
Mevcut güvenlik kurumlarının dönüşümü, yeni ihtiyaçların gerektirdiği yeni kurumların yapılandırılması ile kurumlar arası stratejik iletişim ve eşgüdüm; mükerrer kurum, birim ve faaliyetlerin birleştirilmesi yeniden yapılandırmada önemli bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Kurumsal Sistem ve Paydaş Kurumlar
Bugün güvenlik sorunlarına salt güvenlik makamlarının masasından değil, disiplinler arası çok bileşenli bir masadan bakmak ve tanım getirmek artık bir zorunluluktur.
Kurumsal sistem, disiplinler arası ve kurumlar arası bakış ile yeniden yapılandırılmalıdır.
Milli güvenlik ve savunma reformu, değişim ve dönüşüm süreci çok sayıda farklı disiplinden kurum, kuruluş, uzman ve araştırmacının birlikte, uyum içinde çalışmasını gerektirmektedir.
Böyle çok disiplinli ve çok kurumlu bir çalışmanın, Cumhurbaşkanlığı kurumsal iradesi altında gerçekleştirilmesi fonksiyonel olacaktır.
SONUÇ VE TEKLİFLER
Teknolojik, ekonomik ve sosyokültürel etkenler nedeniyle günümüzde jeopolitik dengelerin ve tehdit kaynaklarının, tehdit bileşenlerinin ve dolayısıyla da güvenlik bileşenlerinin önceki yüzyıla kıyasla çok daha hızla değiştiği bir güvenlik ortamında bulunuyoruz.
Bu çok bileşenli tehdit kaynak ve tehdit ortamında barınabilmek için Türkiye’nin bu hızlı değişimlere ayak uydurması acil ve ertelenemez bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Mevcut milli güvenlik ve savunma sistemi, reaksiyonerdir. Askeri, polisiye ve adli odaklıdır. Milli hedeflerden, milli stratejiye ve teşkilat yapısına kadar hiçbir kademede ön alıcı, yaratıcı ya da dinamik bir ortak aklın izi yoktur. Bunun nedeni de özellikle sivil kademelerde bu alanlara yönelik derinlikli ve yetkin bir kapasitenin olmamasıdır. Bu yoksunluk hali kendi başına Türkiye için bir milli güvenlik tehdididir.
Karşı karşıya bulunduğumuz ihtiyaç, en geniş çerçevede milli güvenlik ve savunma reformu olarak tanımlanabilir.
Ø Öncelikli olarak Cumhurbaşkanlığı Güvenlik Politikaları Başkanlığı bünyesinde, ikiz görevi olmayan sadece bu konuya odaklı uzman bir çekirdek birim oluşturulmalı,
Ø Bu çekirdek birimin süreç odaklı olarak genişletilerek disiplinler arası ve kurumlar arası bir odak ve çalışma gurubuna dönüştürülerek, kurumlaştırılmalı,
Ø Yukarıda arz edilen ve istişari olarak belirlenecek çerçevede milli güvenlik ve savunma reformu süreci başlatılmalıdır.