Doğal olmayan, planlı ve zorlamalı olan bu değişim süreci sonunda, Türk-İslam coğrafyasında oluşan sınırların, yeni yeni devletlerin ve siyasal rejimlerin, bu coğrafyada sürekli kronik ihtilaflar doğuran bir şekil kazandığı herkesçe bilinmektedir.
Bu ihtilafların, Türk-İslam coğrafyasının kontrol ve yönlendirilmesinde ve A.B.D. ile müttefiki Avrupalı devletler ve İsrail’in müdahalelerine karşı tüm stratejik oluşumların engellenmesinde olduğu kadar, bölgede yapılan siyasi, ekonomik ve askeri müdahalelerin meşrulaştırılmasında, fonksiyonel bir araç olarak kullanıldığı da açıktır.
Bir yanda çıkarları elverdiği oranda alabildiğine işbirliği yapan A.B.D., İsrail ve batılı devletler; öte yanda çıkarları ile taban tabana zıt bir biçimde alabildiğine ayrışan, parçalanan, ufalanan ve birbirleri ile ihtilafa düşmüş, her türlü birlik ve beraberlik ve dayanışmaya elverişsiz hale gelmiş bir Türk ve İslam Dünyası...
A.B.D. ve müttefikleri için son derece fonksiyonel olan bu yapı İslam coğrafyasında nasıl inşa edilmiştir? Bu yapıyı, sömürgecilik hareketlerinden, bu hareketlerin yol açtığı değişim süreçlerinden soyutlayarak sağlıklı bir şekilde anlamamız mümkün değildir.
İslam coğrafyasının bugün içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik duruma yol açan sosyolojik süreç, “sömürgecilik hareketleri” ile başlayan kültürel müdahaleler ile gerçekleştirilmiştir. İslam coğrafyasında sömürgecilik hareketleri ile birlikte başlatılan alt kimlik dayanışmalarını ön plana çıkarıcı tedrici süreçler sonunda, Ortadoğu fotoğrafının tedricen Batı’lı devletler lehine değiştiği tartışılmaz bir gerçektir.
Emperyalizmin Temel Stratejisi
Emperyalist teşkilatların politikalarını çizenler, Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Hindistan gibi, çeşitli kültür gruplarının aynı bir millet halinde yaşadıkları topraklar üzerinde, bu kültür gruplarının etrafında kendi kontrollerinde bir çok küçük devletçiklerin doğmasını sağlamak amacıyla, bu etnik grupları kendi etnik dillerinde eğitip, onlara “ayrı bir millet olma şuuru” vermeyi planlıyorlardı. Bu amaçla, Ortadoğu’daki soy, dil, din ve mezhep farklılıklarını, kendi çıkarlarına hizmet edecek doğrultuda evrimleştirmeyi temel politika haline getirmişlerdir. İlk planda, ayrışmaya en elverişli Hıristiyan topluluklarda, soy ve mezhep farklılıkları temelinde ayrışma sağlanmıştır.
Farklı etnik ve mezhebi kökenlere sahip Müslüman toplumlarda da, eğer “ortak payda” devre dışı bırakılır ise, bu taktirde, birlik ve bütünlüğün bozulacağı, bunun da yanlızlaşan fertleri kendi ait olduğu alt kimlik dayanışmasına iteceği bir gerçekti.
İşte, Ortadoğu’da bu alt kimlik dayanışmasının ön plana çıkartılıp, birbiri ile tutarsızlaştırılması ve siyasallaştırılması ile hem en kapsayıcı kimlik olan İslam’dan gelen dayanışma ortadan kalkacak, hem de Müslüman toplum uzun vadede baş edilebilecek boyutlarda alt kimlik dayanışmalarına ufalanacaktı. Artık, bu ufalanmış kimlikler istendiği gibi çatıştırılıp, kullanılabilirdi.
Bu amaçla, Osmanlı bünyesinde tezatları daha da artırmaya yönelik olarak, bütün içinde farklı, kendi içinde homojen ulusal kültürler ve farklı etnik grup veya azınlıklar meydana getirme süreci başlatılmış ve geniş bir zamana yayılan faaliyetlerle bu süreç sürekli olarak beslenmiştir.
Ülkelerinin dış politika manevralarında doğrudan ve etkin bir şekilde rol almış olan oryantalistler, geçmişte olduğu kadar, bu gün ve uzun bir gelecekte de devletlerine bölgede etkili olacak ve hakimiyetlerine hizmet edecek politik mekanizmalar sağlamayı amaçlamaktadırlar.
Lawrence gibi oryantalistlerin, Batılı devletlere, ne derece fonksiyonel politik mekanizmalar oluşturduğunu somut bir örnek ile açıklamamız yerinde olacaktır.
Hindistan’dan Mağrip’e kadar Müslümanların gözbebeği Osmanlı İmparatorluğu, 1800’lü yılların başlarından beri sürdürülen yoğun faaliyetler sonucunda 1914’lü yıllara gelindiğinde artık batış işaretleri veriyordu. Osmanlı, Batı’lı güçlerce, hazırlıksızlığın ve tutarsızlığın ağırlaştırdığı bir askeri ve siyasi savunma içinde kıstırılmıştı. 1820’li yıllarda başlayan oryantalist faaliyetler, artık Batılı güçlerin yayılmacı dalgalarının önünü açmıştı.
Batı’lı güçler birinci Dünya savaşının başından itibaren, yaptıkları görüşmelerde, Osmanlı İmparatorluğunun etki alanlarına bölünebilmesi için nihai parçalanması ilkesini getirmişlerdir. Savaş yılları boyunca İngiltere ve Fransa’nın diplomatik ve askeri eylemleri, Türk’lerin Arap Ortadoğu’sundan tümüyle tasfiyesini hedef almıştır. Harekat alanının cesameti düşünülürse, bu tür bir stratejinin başarısı silahların gücüne olduğu kadar, kaynaşan milliyetlerin sempatisini kazanmaya yönelik psikolojik girişimlere de dayandırılmak zorundaydı. İngiliz istihbarat servisleri bu amaçla, bir Arap krallığının kurulmasına yatkın unsurları harekete geçirmeye yöneldiler.
İngiltere’nin Ortadoğu siyasetinin esas hedefleri, kutsal yerleri denetlemek ve uluslar arası siyonizmin işbirliğini sağlamak, Sykes’in bir raporunda “İngiltere’nin deniz, hava ve sanayi gücü için esas” olduğunu belirttiği Irak petrol alanlarına hakim olmak için Filistin’e ve Mezopotamya’ya el koymak, ünlü Hint yolu üzerindeki bütün engelleri bir darbe ile aynı anda ortadan kaldırmaktı. İşte bu hedeflere ulaşılmasında, Türklere karşı uygulanacak strateji, Arapların işbirliğini zorunlu kılıyordu.
Amerikalı oryantalistler ve eğitimciler, öteden beri faaliyetlerini sadece Hıristiyan kültür gurupları ile sınırlandırmamışlardır. Aynı zamanda klasik Arap edebiyatının canlanmasını teşvik etmişler, böylece Osmanlı bünyesinde büyük bir kitleyi ve coğrafi alanı işgal eden farklı soydan Müslümanların da ayrışmasını sağlayacak “modern Arap milliyetçiliğine” zemin hazırlanmasına kültürel yatırım yapmışlardır. İşte, uzun bir zaman diliminde yapılan bu kültürel yatırımların sonucunu alma zamanı gelmişti.
Arap tarafında, bu stratejiyi uygulamada kullanılmaya en müsait kişi Mekke Emiri Hüseyin idi.
Nitekim, İngilizler, Mekke Şerifi Hüseyin’e “Osmanlı boyunduruğu”ndan kurtulmaları halinde kendisine halifelik ve Arap Birliğinin krallığını vadetmişler; O da 10.6.1916 tarihinde Osmanlı’ya karşı Arap isyanını başlatmış; Mekke Emirinin bu muhalefeti, savaştaki Türkiye’ye ölümcül bir darbe indirmiş, Türkiye’yi “İslam dayanışması” tezinden yoksun bırakmıştır.
Halbuki, Mekke Şerifi Hüseyin’e halifelik ve Arap Birliğinin krallığını vadeden müttefikler Mayıs 1916’da kendi aralarında Sykes-Picot gizli anlaşmasını yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre Osmanlı’dan ayrılan toprakları manda yönetimi sistemi kabul edilerek paylaşılmıştı. Araplar, İngilizlerin öngördüğü ayrılıkçı hareketi gerçekleştirdikten sonra, İngiliz, Fransız ve Amerikalıların isyan sonrası durum ile ilgili olarak planladıkları politikalar ile karşı karşıya kaldılar. Batılı güçlere umut bağlayan Araplar, bu acı gerçek ile yüz yüze gelince şaşkına dönmüşlerdir. Hatta, Batılılar ile işbirliği yapan Şerif Hüseyin, ölüm döşeğinde, o tarihlerde Arap Dünyasında yaşanan acı olayların temelinde, Osmanlı’ya yaptıkları ihanetin bulunduğunu bizzat itiraf etmiştir.
Günümüzde de, Türkiye’nin Güneydoğusu, Irak, İran, Afganistan, Somali gibi İslam ülkeleri üzerinde aynı strateji izlenmektedir. Etnik kimlikler ve mezhepler temelinde ayrışmak suretiyle İslami dayanışma gücünden yoksun kalan İslam Dünyası, yine bu ayrışma sayesinde emperyalist güçlerin politik ve askeri müdahalelerini de sağlamaktadır.
Çağdaş Şerif Hüseyinler
Bosna’nın Sırp zulmü altında inlediği günlerde, kendi taraftarlarıyla, Bosnalı Müslümanlara karşı Sırplarla birlikte savaşan Fikret Abdiç… Çeçenistan’ın Abdiç’i Salambek Haciyev… Ruslar havadan ve karadan Grozni’nin üzerine bomba yağdırıp yüzlerce sivili katlederek şehre girince, halkının katillerini kucaklayarak karşılayan bir avuç insanın başında Salambek Hacıyev yer alıyordu. Abdic çizgisi, Kosova’da ise “İbrahim Rugova” adıyla ortaya çıkmıştı. Ülkemizde Apo ve yandaşları PKK, PYD, YPG, Irak’ta Barzani ve Talabani gibi kişilikler; DAEŞ ve PDY gibi örgütler, Şerif Hüseyin ve Abdic çizgisinin uzantılarıdır.
Oryantalizm ve A.B.D.
Oryantalist örgütlerinin İslam Dünyasını aralarında paylaşmalarında Osmanlı İmparatorluğu esas itibariyle A.B.D. uyruklu oryantalistlerin payına düşmüştür.
İngiltere ve Fransa gibi A.B.D. de, sanayi devrimini gerçekleştirip, hammadde ve tüketim pazarlarına ihtiyaç duyduğu bir dönemde, oryantalistlerin bu ihtiyaca cevap verecek topraklara nüfuz etmedeki başarılarını keşfetmiştir. Bu da, oryantalistlerin bölgede ayrıştırma ve yeniden gruplama politikalarının etkili bir aracı olarak kullanılmasına yol açmıştır.
Emperyalist bir güç olarak, dünya sahnesine biraz gecikmeyle çıkan ABD, Asya, Afrika, Latin Amerika gibi dünyanın değişik bölgelerine nüfuz ederken olduğu kadar, Osmanlı ülkesine nüfuz ederken de oryantalist teşkilatlarından etkin bir şekilde yararlanmıştır.
Dünyayı kendi imgesine göre yeniden kurma yönündeki dürtü, Batı’nın, özellikle de Amerika’nın siyasal kültüründe çok derinlere kök salmıştır. Bu sebeple de, A.B.D.nin kendi toprakları dışındaki varlığı, önce oryantalist hareketlerle başlamış, arkasından şirketleri, malları, hatta askerleri yayılmıştır.
İkinci Dünya Savaşında, Nazi Almanya’sının Avrupa’daki tüm sanayi ülkelerini yerle bir edinceye kadar ses çıkarmayan ABD, daha sonra Avrupa’nın yardımına(!) koşarak Almanya’yı da birlikte tahrip etmişlerdir. Böylece ABD izlediği strateji ile İkinci Dünya Savaşından sanayi alt yapısı tahrip edilmeyen tek ülke olarak çıkmıştır.
Özellikle Sovyetlerin çöküşünden sonra tek kutuplu hale gelen Dünyada, ABD gelecekte kendine rakip olma potansiyeli gördüğü güçlere karşı koyabilmek için, İslam coğrafyasındaki hâkimiyetini daha ileri seviyede pekiştirme stratejisi izlemektedir. ABD bu stratejisini gerçekleştirmede, İsrail’i “fiili müttefik” olarak görmekte ve bu müttefikini bölgede gerek coğrafi ve gerekse ekonomik ve askeri anlamda büyük ve güçlü bir devlet haline getirmeye çalışmaktadır. Bu arada, gelecekteki potansiyel “piyon müttefikleri” Büyük Ermenistan ve Kürt Devletlerini de oluşturmaya çalışmaktadır.
Gelişmeler gösteriyor ki, Irak’ta kontrollü kaos ile zayıf bir merkezi otorite inşa ediliyor. Tek başına zayıf olan bu merkezi otorite, ancak ABD ve müttefiklerinin gücü ile ayakta durabilecektir. ABD, etnisite ve mezhep çatışmaları ile tüm gücünü kaybeden bir toplumda, Kürtleri adım adım sözünü ettiğimiz merkeze yerleştirmektedir. ABD politikaları iddia edildiği gibi kısa vadede Irak’ı üç parçaya bölmeye yönelik değildir. Üç muhatap ile karşı karşıya kalmak yerine, devlete odaklanmış Kürt unsurlara başrol vererek, Irak’ın Kürt kontrolüne verilmesi amaçlanıyor. Çünkü Kürt kontrolündeki bir Irak, içeride diğer etnik ve mezhep grupları ile büyük sıkıntılar yaşarken, Türkiye, İran ve Suriye gibi sınır ülkelerle de büyük sorunlar yaşayacaktır. Tüm bu iç ve dış tehditlere ancak ABD’nin işbirliği ile karşı koyabilecektir. Kürt kontrolündeki bir Irak’ın tek bölgesel müttefiki ise elbette İsrail olacaktır. Tüm bunların bedeli ise petrol olacaktır.
Zamanla oryantalistlerin Arap milliyetçiliğine yaptıkları kültürel yatırımlar, nasıl Şerif Hüseyin gibi, bir Arap krallığının kurulmasına yatkın unsurların işbirliğini sağlamış ise, günümüzde de bölgedeki bazı etnik unsurlara yönelik faaliyetleri, Şerif Hüseyin’in çağdaş versiyonlarını sahneye çıkarmıştır. A.B.D ve İngiltere’nin Irak politikasını, Kürt, Türkmen ve Arap ayrışması üzerinden yürüttüğü çok açıktır. Bu ayrışma, ABD için Irak’ta hâkimiyet kurmakta bu alt kimlikleri kullanılabilir hale getirirken, İslam toplumlarının da tepkisizliğine yol açmaktadır. Irak ve Afganistan’da olan bitenlere İslam Dünyasının seyirci kalmasının en temel sebebi, sözünü ettiğimiz unsurların İslam’ı temsil eden bir duruş yerine etnik ve mezhep temelli ihtilaflara düşmeleridir. Bu ihtilaflar sayesinde, İslam toplumlarının hukuku ve namusları ayaklar altında çiğnenmekte, Müslüman toplum, ancak birlik ve beraberlik ile karşı koyabileceği kültürel, politik ve askeri müdahalelere karşı koyamaz hale getirilmektedir.
1990’lı yıllarda 7000 Kuzey Iraklı’nın ABD tarafından topluca tahliye edilmesi ve daha sonra da tekrar bölgeye getirilmesi, bu etnik ayrıştırmayı ve daha sonra devletleşmeye doğru evrimi hızlandırmak, nihai olarak da, kurulacak uydu bir devletin yönetiminde kullanılmak amacıyla yapılan hızlı bir etnik bilinçlendirme operasyonu olduğu açıktır. Etnik kimliği azami seviyede uyandırılan bu yedi bin kuzey ıraklı maya olarak kullanılmıştır. Bu mayanın yol açacağı sosyolojik süreç tüm bölgeyi etkileyecek nitelikte bir fonksiyonelliğe sahiptir.
Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de bulunan farklı etnik unsurları, birlik ve bütünlükten gittikçe uzaklaştıran ve hızla ayrışmaya doğru sürükleyen bu sosyolojik yönlendirmelerin arkasında başta ABD ve Orta Doğudaki en önemli müttefiki olan İsrail olmak üzere Osmanlı’yı parçalayan Batılı güçler bulunmaktadır. İsrail diyoruz, çünkü İsrail’e yakın ve etrafını çevreleyen bazı Müslüman devletler, İsrail ile aynı sıklette değildir ve ufalanması gerekmektedir.
Aslında başta ABD olmak üzere, İsrail ve Batı’lı bazı ülkelerin gerçek siyasi amacı, Osmanlı döneminde aktif olarak başlatılmış ve büyük oranda gerçekleştirilmiş olan ayrıştırma ve yeniden guruplara çalışmalarını tamamlamaya yöneliktir. Çünkü hâlihazırdaki ayrışma, artık ABD ve İsrail açısından yeterli derecede fonksiyonel görülmemektedir. Osmanlıdan parçalanan ve zor kontrol edilebilir büyüklükte kalmış, stratejik işbirliğine gitmeleri halinde de büsbütün kontrolden çıkabilecek ülkeler üzerinde yeni ayrıştırma çalışmaları sürdürülmektedir. Bu ülkeler, Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Türk Cumhuriyetleridir. Bu amaca hizmet edecek bütün farklılıklar istismar edilmekte, adı geçen ülkelerdeki etnik unsurlar işbirlikçi olarak kullanılmak istenmektedir.
Jeopolitik, Jeokültür
Jeopolitik, politik gücün etkin olduğu coğrafya; jeokültür ise, kültürün etkin olduğu coğrafi alan olarak tanımlanırsa; bu iki kavram arasındaki ilişki, bir kültürü temsil eden devlete, o kültürün etkin olduğu coğrafi alan oranında jeopolitik güç vereceği şeklinde açıklanabilir.
Bir devletin jeopolitik gücü, temsil ettiği jeokültürel olgudan kaynaklanır. Örneğin, Fransız ihtilalinin veya komünizmin jeokültürel etkinliği oranında, Fransa veya S.S.C.B’ne jeopolitik güç kazandırdığı malumdur. Nazi Almanya’sının jeopolitik gücünün Alman ırkı ile sınırlı kalması ve zamanla bu ırk üzerinde de etkisini yitirmesinin temelinde, nazizmin jeokültürel sınırlılığı bulunmaktadır.
Osmanlının Jeopolitik Gücünün Yıkılması
İslam coğrafyasının etnokültürel temelde farklılaştırılması yönündeki oryantalist çalışmaları yukarıda belirttiğimiz açıdan değerlendirdiğimizde, bu faaliyetlerin amacının, tüm İslam coğrafyasının bütünlüğünü sağlayan jeokültürü; dolayısıyla da bu jeokültürden doğan jeopolitik gücü saf dışı bırakmak ve etkisizleştirmek olduğu görülecektir.
İslam coğrafyasındaki siyasal sınır ve rejimlerin oluşturulmasında, Batı’nın askeri müdahalelerinde olduğu gibi, kültürel, ekonomik ve politik müdahalelerinde de asıl hedef tahtasını Osmanlı teşkil etmekteydi. Çünkü Dünya coğrafyasının “hammadde deposu” ve “tüketim pazarı” niteliğindeki bir bölgesinde “İslam dayanışması” temelinde yer alan Osmanlı, kaçınılmaz olarak hedef haline gelmiştir. Bu sebeple, başta A.B.D. olmak üzere tüm Batı’lı güçlerin İslam Dünyası’na karşı tavrı, Osmanlı’nın bölgedeki “İslam dayanışmasından” kaynaklanan “jeopolitik gücünü” yıkmaya yönelik olmuştur.
Günümüzde de, A.B.D. ve müttefiklerinin İslam’a karşı yürüttükleri savaşın perde arkasında, “İslami dayanışma” nın yeniden hayatiyet kazanmasını önleme amacı bulunmaktadır. Çünkü Müslüman toplumların en kapsayıcı ve üst kimliği olan “İslam” ortak payda haline gelerek, bu toplumları siyasi, ekonomik, kültürel, hatta savunma konularında işbirliğine organize edebilir. Bu yöndeki bir uyanışın önlenmesi için verilen savaşta en etkili araç, “yerli işbirlikçiler” dir. Yerli işbirlikçiler, alt kimlik hassasiyetleri körüklenip, sözde bağımsızlık iştahları kabartılan etnik guruplar, İslam adına şiddet ve teröre başvuranlar ve İslam inanç ve kültürü ile barışık olmayan siyasi, askeri ve ideolojik çevrelerdir.
Türkiye de Hedef Tahtasında
Osmanlı’ya 600 yıl, üç kıta üzerindeki uçsuz bucaksız bir coğrafya ve birçok milletler ve dinler üzerindeki jeopolitik gücü sağlayan jeokültürel olgu “İslam”dır. Yine, günümüzde Türk-İslam coğrafyasında, birlik ve beraberliği sağlayacak yegâne jeokültürel olgu, İslam’dır. İşte, Türk ve İslam Dünyasını kapsayan bir jeokültürel olgu olan İslam’ın, Türkiye’ye ne kadar etkin jeopolitik bir güç sağlayacağı tartışmasızdır.
Türkiye, hammadde ve tüketim pazarı açısından dünya coğrafyasının stratejik bir bölgesinde yer alan potansiyel bir jeopolitik güçtür. Çünkü İslami duyarlılığın yayılması, İslami dayanışmayı, bu da, Osmanlı’yı ve dolayısıyla da Türkiye’yi ister istemez gündeme getirmektedir. Günümüzün emperyalist güçleri Türkiye’nin İslam’ı ve İslam’ın jeopolitik mirasını temsil etmeye yönelme ihtimalini her zaman göz önünde tutmaktadır. Bu sebeple, birilerinin şuuraltında potansiyel bir Osmanlı olarak algılanan Türkiye, ister istemez bu birilerinin politik müdahalesinin hedef tahtasında yerini alacaktır ve almıştır.
Türkiye’yi kontrol altına alabilmek ve bunu sürdürebilmek için yapılacak iş, toplum kesimlerinin kimliğinin oluşumunda İslam’ı belirleyici olmaktan uzaklaştırmaktır. Bu amaçla siyasi, askeri ve yüksek öğretim çevrelerinde fonksiyonel bir ideolojik şartlanma oluşturmalıdır.
Nitekim bugün milli birlik ve beraberliğimiz için yegâne fonksiyonel bu üst kimlik bilincinin yaygınlaşmasının resmi planda “irtica” olarak algılanması ve bu algılamanın sürdürülmesi başarı ile sağlanmaktadır.
Bugün, dünya coğrafyasının en stratejik hammadde deposu ve tüketim pazarı Türk ve İslam coğrafyasıdır. Bu coğrafya ayrıştırılmak, birlik, bütünlük ve dayanışması önlenmek suretiyle, hammaddeleri yağmalanmakta, tüketim pazarı olarak kullanılmaktadır. Uzun vadede böyle kalmasını sağlamak, buna engel olacak gelişmeleri önlemek için tedbirler alınmaktadır. Bu sebeple, bu coğrafyanın bütünlüğünü, bloklaşmasını ön gören düşünceler ve bu düşünceleri besleyen İslam dayanışması bir öcü, lanetli birer kavram olarak algılanır hale getirilmektedir. Bunun en etkili mekanizması da, o toplumlarda İslam’ı rejimle bağdaşmaz olarak algılatan ideolojik bir yaklaşımı etkinleştirmektir. Türkiye, bu duruma en hazin örneklerden birisini teşkil etmektedir.
Bir toplumun ayrıştırılması, bir dünya görüşünün empoze edilmesi, tarih ve kültürün dayatılması ile beslendiği gibi, ayrışma sürecini kısıtlayan bir inanç ve değerler sisteminin yasaklanması, dışlanması ve engellenmesi ile de beslenebilir. İslam Toplumlarının parçalanmasını hedefleyenler, etnik kimliği belirleyici olmaktan çıkaran “İslam”ı etkisizleştirmenin, ister istemez toplum kesimlerini etnik kimlik temelinde bir dayanışmaya iteceğinin dolayısıyla da birliği parçalayacağının bilincindedirler. İslam’ın jeokültürel ve jeopolitik gücünün farkında olan A.B.D. ve müttefikleri, S.S.C.B.den doğan düşman boşluğuna İslam’ı yerleştirmiştirler. Yine bu nedenle İslam Coğrafyasındaki “İslam Karşıtlığını” desteklemekte ve bu karşıtlığı temsil edenler ile işbirliği yapmaktadır. Bu sebeple, İslam’a karşı yürütülen çok yönlü mücadeleye dolaylı veya doğrudan destek olanlar kime hizmet ettiklerini sorgulamalıdırlar.
Türkiye’yi kendi iç bütünlüğünü sağlamada olduğu kadar, İslam coğrafyasında da jeopolitik bir güç konumuna getirecek “jeokültürel” olgu, “İslam Dayanışması”dır. Bu olgunun kontrolü ve engellenmesi, ancak A.B.D., İsrail ve müttefiklerinin Ortadoğu’da geliştirdiği yerli işbirlikçi mekanizmalar ile mümkündür. Bu işbirlikçiler bir ihanet ilişkisi ile değil, tavrını çoğu zaman etnik alt kimliği ile belirleyen kişi ve gurupların şuursuzluğu organize edilerek kullanılmaktadır. Aynı şekilde, çeşitli provokasyonlarla, İslam coğrafyasında en kapsayıcı üst kimlik olan İslam, rejimler için bir tehlike olarak algılatılmakta ve böylece resmi güçler de birilerinin stratejik amaçlarına hizmet eder hale getirilmektedir. Bu sayede, ayrıştırma politikalarının aracı olarak kullanılmak istenen etnik unsurlar üzerinde, ayrışmaya ve parçalanmaya yönelik sosyolojik süreçler devrede tutulurken; bütünleşmeye ve kaynaşmaya dönük sosyolojik süreçlere yol açacak kültürel dönüşümler engellenmektedir. Bütünleşme sürecini devreye sokacakkültürel dinamiklerin devre dışı kaldığı bir ortamda, sosyolojik süreç ayrışma yönünde işleyecek; kültürel hakların tanınması adı altında dayatılan reformlar, ayrışmaya hizmet edecektir. Çünkü bu reformlar ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın, alt kimlik dayanışmasına sürüklenmiş kitlelerde ayrışmayı hızlandıracaktır. Geriye elde bir tek askeri seçenek kalmaktadır ki, bu seçenek sadece, yukarıda sözünü ettiğimiz olumlu sosyolojik süreçlere güvenli bir ortam hazırlamadıkça fonksiyonel olması bir yana, aksine olumsuz süreçleri körükleyecektir.
Resmi çevrelerin bu olumsuz süreçlere bilimsel değil ideolojik bir tavır ile karşı koymaya çalıştıklarını, soruna süreç odaklı bakıştan çok uzak olduklarını görüyoruz. Bu sebeple, çözüm teşkil edecek hiçbir süreç devreye girememektedir. Ayrışma yönündeki sosyolojik süreç işlediği sürece, uygulanacak askeri olsun, siyasi ve ekonomik olsun hiç bir tedbir faydalı olmayacak, aksine, işleyen olumsuz süreci besleyecektir.
Türkiye’ye uçsuz bucaksız Türk ve İslam Coğrafyasında büyük bir jeopolitik güç kazandıracak yegâne jeokültürel olgu “İslam” iken, İslam’a karşı alınan olumsuz resmi tutum Türkiye’nin politik etkinliğini kendi sınırları içine hapsetmekle kalmıyor, sınırları içinde dahi etkisiz kılıyor. Devlet-millet dayanışmasındaki zaaflar, toplumu kuşatan yolsuzluk ve suçlar, Güneydoğuda patlak veren bölücü terör, İslam’a karşı olumsuz bu resmi tutumdan beslenmektedir.
İslâm dünyasında, coğrafi bölünmelerden önce zihinsel bölünmeler kışkırtılıyor. Bu zihinsel paralanmışlık üzerine politikalar geliştiriliyor. İslam coğrafyası - Batı tarafından hep güvenlik sorunu ile karşı karşıya bulundurularak sıkıştırılıyor. Güvenlik teminatları ile ekonomik imtiyazlar elde ediliyor. Bu sebeple, tüm Ortadoğu’da olduğu gibi, ülkemizde de, ABD ve bölgesel müttefikleri güvenliğimizi tehdit eden PKK gibi unsurlara politik ve askeri destek vermektedirler. Daha sonra da kendi besledikleri bu unsurlara karşı ucuz güvenceler vererek, çok pahalı imtiyazlar elde etmektedirler. Burada en temel gerçeklik, Toplum ayrışmasına yol açan örneğin etnik milliyetçilik gibi bir süreç, dış müdahaleler ile de beslenip hızlandırılırken, karşı hiçbir sürece başvurulmayıp, sadece askeri ve polisiye tedbirlerle çözüm üretmeye çalışılması, ne yazık ki, işleyen sürecin algılanamadığını göstermektedir.
İslam Dünyasının Güvenliği
Günümüz Orta Doğusunun, Balkanlar’ın ve Kuzey Afrika’nın siyasi coğrafyası, Osmanlı’nın parçalanması ile ortaya çıkmıştır. Osmanlı’dan parçalanan Hıristiyan tebaa, hatta birçok Müslüman Arap Toplumları’nda baş gösteren isyan hareketlerinin lider kadrolarının İslam Coğrafyasındaki yabancı okullarında yetiştiği tartışmasızdır. Günümüzde İslam Dünyasının karşı karşıya olduğu güvenlik sorunlarının temel sebebi etnik ve mezhep temelindeki ayrışmanın yol açtığı İslami dayanışmanın yokluğudur. İslam Dünyası sadece “birlik ve dayanışma” ile çözebileceği güvenlik sorunları yanında, birçok ekonomik, politik ve askeri sorunlarla da karşı karşıyadır. Oryantalist çalışmalarla yapılan kültürel müdahalelerle bu “birlik ve dayanışmayı” gerektiren değerlerinden arındırılmış olan İslam Dünyası, tek başına bir anlamı olmayan etnik ve mezhep temelli alt kimlik dayanışmalarına sürüklenerek parçalanmıştır.
İslam coğrafyasında kurulan, kontrol ve yönlendirilmesi kolay devletçikler, bu devletçikleri temsil eden işbirlikçi rejimler, Batılı şirketlerin kontrolüne geçen petrol ve diğer yer altı kaynakları, yerli sanayici hareketlerin bastırılması, Batı ürünlerini pazarlamaya uygun modern tüketim toplumları oluşması... Ve başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin tepesinde oturduğu uluslararası sistem...
Bugün A.B.D.’nin bilim ve teknoloji üstünlüğünün sömürgeciliğe ve soğukkanlı, bilimsel olarak hazırlanmış zulüm ve katliamlara alet edilmesinin temelinde, A.B.D.nin içinde bulunduğu manevi ve kültürel atmosferin adaleti üstün seviyeye getirme konusundaki sorunlu yapısı bulunmaktadır. A.B.D. bu bilim ve teknoloji üstünlüğünü korudukça ve bu sorunlu manevi ve kültürel atmosferde bulundukça, hak, hukuk, adalet, merhamet, vicdan, sevgi ve barış gibi insani değerlerin devre dışı kaldığı, sadece kaba teknolojik gücün geçerli olduğu eylemlerine devam edecektir.
Gerçekten de, günümüz dünyasının en büyük sorunu, bilim ve teknolojinin “güçlü” kıldığı A.B.D. gibi emperyalist küresel güçleri "adil" kılacak bir kültür ve uygarlık anlayışından yoksun bulunmasıdır. Böyle olunca da, bu küresel güç odakları ile işbirliği yapanlar, bu odakların çıkar ve imtiyazlarına yataklık etme durumuna düşmektedir.
Bugün emperyalizm ve küresel ölçekte temsilcisi ABD, sadece İslam Dünyasının güvenliğini değil, tüm insanlığın güvenliğini ve geleceğini tehdit etmektedir. Hatta uzun vadede bizzat Amerikan toplumunu da tehdit etmektedir. Emperyalizme karşı verilecek mücadelede, İslam’ın gücü sadece İslam Dünyası ile sınırlı değildir. İslam Dünyasının dışında kalan mağdur milletler de böyle bir mücadelede İslam Dünyasının çekim alanında kalacaktır. Yeter ki, emperyalizmin en mağdur ettiği İslam Dünyası böyle bir mücadelenin bayraktarlığını yapacak bir dayanışmayı gösterebilsin...
FAYDALANILAN KAYNAKLAR
-Amerika’nın Ortadoğu Politikası-Prof Dr.Ahmet CAN, Bayrak Yay.İst.1993
-Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika-Dr.Uygur KOCABAŞOĞLU, Arba Yay.İst.1991
-Bir Değişim Süreci Olarak Modernleşme-Kadir CANATAN,İnsan Yay.İst.1995
-Amerikan Yüzyılının sonu-Mustafa ÖZEL, İz. Yay. İst.1993
-Jeopolitik-Jeokültür-İmmanuel WALLERSTEİN, Çev: Mustafa ÖZEL, İz Yay. İst. 1993
-Hangi Batı-Attila İlhan,3.Basım,Bilgi Yay.İst.1982
-Batının Deli Gömleği-Attila İLHAN,2.Basım,Bilgi Yay.İst.1995
-Medine’den Lozan’a-Taha AKYOL, Milliyet Yay. 2. Baskı, İst.1996
-Çağdaş Sömürge İmparatorluğu-Kemal KAHRAMAN, Seha Neşriyat, İst.1989.
-Amerikan Fundamantalizminin tarihi yapısı ve islam gerçeği-Yrd.Doç.Dr.Osman ŞEKERCİ, Sinan Yay.
-Kuşatılanlar-Kapitalizmin Geleceği